Devasa Bir Doğaçlama Performans Olarak Gezi Direnişi
‘Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’. Karl
Marks’ın nereden alıntılandığını bilmediğim bu sözü Gezi
Parkı direnişinde bolca görüldü ve hissedildi. Olan bitenin en
billur ifadesi. Kapitalizmin herşeyi alınıp satılabilir kılan
ruhunun Kızılderili atasözü kıvamında bir bilgelikle
harmanlanmış sloganvari tarifi. Marks Paris Komününden beri
aynı.
Ağaçların gölgelerine değil de köklerinin olduğu alana ihtiyaç
duyan ‘İnşaat Ya Resulullah’ gazını almış ihaleci Akp
zihniyetinin dozerlerinin Gezi Parkı’na girmesi herkesi ayağa
kaldırdı. Ya elleriyle isyan etmek için ya da palalarıyla biat
etmek için. İsyan edenlerden ölenler oldu, biat edenler destan
yazdı.
Neresinden nasıl bakarsak bakalım Gezi Direnişi sadece ülkeye
değil bütün dünyaya ilham vermeye devam ediyor ve edecek.
Hükmedenlerin işlerine bakanların bedenleri toprağa karıştıktan,
isimleri belleklerden silindikten sonra bile insanlığa ilham
vermeye devam edecek olan bu tarihi süreci yaşayan herkes gibi,
dudak büzmeden, ‘benim de söyleyeceklerim var’ diyerek yazıya
başlıyorum.
Üç beş ağaç için toplanan sekiz on kişiyi duyduktan sonra
neler oluyor diye Gezi Parkı’na gittiğimde havada mutlu valinin
bahsettiği ıhlamur kokusundan farklı bir koku vardı. Daha
sonrasında bütün ülkeye hatta Brezilya’ya ve dünyanın başka
yerlerine sirayet eden bu koku özgürlüğe aç olanların iştahını
kabarttı. Kapitalizmin bencil iştahından farklı olarak bu iştah
hayatı paylaşmanın tadına olan iştahdı. Kuru kentin ortasında
bir demet maydanoz kadar kalmış Gezi Parkı bütün ezilenlere
kendilerine sunulandan farklı olanı talep etme cesaretini verdi ki
malumunuz maydanoz iştah açar. Her bitkinin doğada vahşi ataları
vardır ama sofralarımıza gelen maydanoz bahçelerde yetişir.
İşte tam da bu noktada orman ve bahçe farkına dikkat çekmek
isterim. Zira asıl gelmek istediğim yerden, insanın doğaçlama
yetisinin ona kendi öz varoluşunu yeniden kazandıran yapısından
dem vurabileyim. Bunu yaparken de biraz orman havası alalım.
Bir kere orman çeşitli ağaçları, çalıları, otsu bitkileri,
mantarları, mikroorganizmaları ve hayvanlarıyla bir bütündür.
Hepsi toprağın çocuklarıdır. Dengelidirler. Onları bir arada
tutan da bu dengedir. Bu denge içinde özgürlük vardır.
Dışarıdan bir tahakkümü kabul etmez, direnir. Direnemediği
yerde küser, ölür ama varlığını tekrar ortaya çıkacağı
güne kadar toprağın altına gizler. Orman kanunu ibaresi bizi
doğamızdan uzaklaştıran ve yabancılaştıran bir yanlış
anlamadan ibarettir. Orman kanunu denen kanun, anlaşılan haliyle
sadece insanlar arasında mevcuttur. Kedilere ‘nankör’
yakıştırmasını yapan bencil insan nitelemelerinden farksızdır.
Bahçe ise insanın çeşitli faydalar gözettiği tahakküm
alanıdır. Bahçe, seçilmiş bitkilerin arzulanan armoniyi
yakalaması için zapturapt altına alındığı yerdir. Bu alanda
ayrık otlarına, bozguncu hayvanlara yer yoktur. Bu bahçe ürün
almak içinse orada ancak organik arılar varolabilir ki aslında
köle olduklarının farkında bile değildirler. Orman kendi
besinini kendi üretir. Ormanda yaşayan her canlı hayattayken
ormanı besler ve öldükten sonra neyi var neyi yoksa ormana
bırakır. Bahçedeki bitkiler ise dışarıdan düzenli beslenmeye
ihtiyaç duyarlar. Bahçenin efendisi potasyumu az verirse
bitkilerin yaprak uçları kavrulur, sararır, sapları zayıflar.
Bakır eksikse bitkilerin renkleri ağarır. Azot yetersizse yaprak
uçları kahverengi olur. Bahçe hep tehdit altındadır, etrafı
çitle çevrilmeli, üzerine titrenmelidir. Herşey yolunda giderken
bile kırılgandır. Saksıdaki bitkiden bahsetmiyorum bile. O
yapayalnızdır. Onunla konuşmamız bize sadece kendi sefil
yalnızlığımızı gösterir. O stüdyo dairede yaşayan kent
yalnızıdır.
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır misali farklı kültürlerin
bahçe ya da düzenlenmiş doğa tasarımlarındaki farklar bize o
kültürlerin insana ve dünyaya yaklaşımlarına dair ipuçları
verebilir mi? Dünyaca ünlü Japon bahçelerindeki minimal ahenk o
bahçenin mutlak efendisi yokken ne kadar dayanabilir? Ya da o
efendi yokken bahçe unsurları kendi dengelerini nasıl bulur?
Berlin’de dünyanın dört bir yanından toplanan bitkilerle
oluşturulmuş Botanik Bahçesi bize otuzlu yılların bütün
dünyayı ilgilendiren Alman Nazi İdeolojisi hakkında fikir
verebilir mi? O Alman ideolojisi ki Brandenburg yakınlarındaki
Zernikow bölgesinde Hitler’in doğum günü şerefine çam
ormanlarının içine ağaçlardan bir gamalı haç yerleştirmiştir.
Her bahar ve sonbahar aylarında yaprakların renklerindeki
değişimle birlikte gökyüzünden görülebilen devasa bir gamalı
haç ortaya çıkar. Hala varlığını sürdüren bu ‘eser’
doğanın ellerinde yıllar içinde tahrip olmuştur. Yavaş yavaş
yok olmaktadır. Aslında orman kendi işine bakmaktadır,
sembollerle işi yoktur.
Ama biz sembollerle yaşıyoruz. Tarihimiz 31 Mayıs günü gibi
sembol günlerle dolu. Bir Haziran tarihi zaten yıllar öncesinden
Turgut Uyar’ın bize hediyesiymiş fark edememişiz. İşte bu
tarihten sonra tanık olduğum ve içinde yer aldığım onbeş günde
Gezi Parkında ve o ruhun yaşadığı heryerde baktığım yerden ne
gördüğümü toparlamaya çalışacağım. ‘Bozuk paraların ve
sivilcelerin insanı’ nasıl oldu da küçücük bir parkta
insanlığın ormanını yarattı? Barikatlar kurulduktan sonra
içerde ve dışarıda neler oldu? Ne yaptık biz? O büyülü
zamanlar neden büyülüydü? İşten, okuldan eve giderken herkesi
ve herşeyi tehdit olarak algılarken nasıl oldu da düşeni
kaldırmak için kim olduğuna bakmadan elimizi uzattık? Yiyecek,
içecek ya da barikat için öteberi nasıl oldu da elden ele taşındı
ve o maydanoz kadar parkta koca bir insanlık ormanı nasıl yeşerdi?
Kapitalist kent yaşamı sermayenin bahçeleridir, diyerek fiyakalı
bir iddia atalım ortaya. Her çalışan, en iyi ihtimalle çalıştığı
sürece sigortalıdır. Sigorta primi maaşından kesilir. Bizimki
gibi güdük ekonomisi olan ülkelerde -ve aslında kapitalizmin
heryerde olmak istediği gibi- sigortasız, neredeyse karın
tokluğuna çalıştırılanların sayısı da azımsanmayacak kadar
çok. Gıda firmalarının sattığı zehirli besinlerle hasta edilen
kent insanı, ilaç sektörünün on yılda bir değişen ilaçlarıyla
semptomlardan kurtarılır. Sigortalı olmamak, düzenli bir işte
çalışmıyor olmak potasyum eksikliğinin bahçedeki bitkiye
yaptığını yapar adama, kavurur, sarartır, köklerinden kopartır.
Bizi ancak hayatta tutmaya ve şükretmeye yetecek kadar parayı
kazanıyorsak şanslıyız. Bu bakımdan hepimiz aslında bonsai
ağacı olmak yolundayız. Bonsai ağacı yaşam olanakları
olabildiğince kısıtlanarak hayatta tutulan ağaçların binbir
ihtimamla güzelleştirilmesiyle ortaya çıkar. Ama bizi
güzelleştirmek kimsenin umrunda değil, güzelleşmek istiyorsan
parasını vereceksin. Belki de bu yüzden çocuklarımız bonsai
gübresi olarak kullanılan sentetik uyuşturucularla ‘güzelleşerek’
zehirleniyordur.
Kapitalist düzen içinde eğitilmek, çalışmak,
askere gitmek, sistemin istemediği fikirleri üretmeyecek bir beyin
yapısına sahip olmak gibi birtakım standartlara sahip olmak
zorundayız. Bu standartlar ülkenin kalkınma politikası ne ise
ona göre şekillenir. Amerikan eğitim sistemi, Yuri Gagarin ilk
insanlı uzay yolculuğunu yaptıktan sonra tamamen değişmişti. O
yıllara kadar edebiyat, müzik, sanat üzerine dersler görece
dengeli bir şekilde eğitim sisteminin içinde yer alırken
sonrasında tamamen pozitif bilimlere ağırlık veren bir sisteme
dönüştü. Son yıllarda eğitim uzmanları bunun uzun vadede ülke
insanına büyük zararlar verdiğini itiraf eder haldeler. Eğitim
sistemi gözden geçirilmekte, sanat ve kültür etkinlikleri kamplar
ya da özel programlarla gençlere ulaştırılmaya çalışılmakta.
Sanattan, yaratıcı düşünceden, protesto bilincinden ve
olanağından yoksun kalan Amerikalı gençler ise ailelerin
silahlarıyla okullarda ya da sosyal mekanlarda katliamlara imza
atmaktalar. Gençlerin içinde biriken ve anlamlandıramadıkları
bunalım, kendilerine sağlıklı olmayan kimlikler kazandıran,
şiddet olaylarını ortaya çıkarmaya başladı. Kendi
sınırlarında uzun yıllar savaş olmamasıyla övünen Amerikan
halkı birbirini öldürmeye başladı. Sovyetler Birliği
dağıldıktan sonra yirmi küsür yılın sonunda dünyanın etkili
süper güçlerinden birine dönüşen Rusya’da da ikibinondört
yılının Şubat ayında bir öğretmenin ve bir öğrencinin öldüğü
bir saldırı gerçekleşti. Katilin aynı okulda öğrenci olduğu
bu katliamın ardından ülkenin lideri Putin; "Yeni
nesli sanatsal açıdan zengin yetiştirmek gerek. Tiyatro, müzik ve
sanatı anlayan ve değer veren gençler yetiştirmeliyiz. Eğer biz
bunu zorunlu hale getirseydik, belki de bugünkü trajedi
yaşanmayacaktı" sözlerini sarfetti.
Bunların yanına kefenlere sarınıp havaalanlarına bedava
gidenleri, palayla sokakta duyarlılık sergileyenleri, onbeş
derecelik havada beyaz bereyle saatlerce dikilen polisleri, tablet
bilgisayar kazanma umuduyla kıldığı rekat sayısının kaydı
tutulanları koymak bahçemizin durumuyla ilgili sanırım ufak bir
tablo ortaya koyacaktır. Paranızın çokluğuna göre bahçeniz
şekilleniyor. Bir de mandolin korolarının olduğu siyah beyaz okul
resimlerini, müzik odaları, tiyatro salonları olan devlet
okullarını hatırlatmak isterim. Köy Enstitüleri nostaljisine
girmiyorum bile.
Çocukları ve gençleri şekillendirdiğimiz eğitim sistemi dışında
bir de yetişkinlere dönük eğitim çalışmalarından bahsetmek
istiyorum. Şirketlerin karını arttırmak için çalışanlarına
zorunlu olarak aldırdıkları eğitimler genelde; özgüven, takım
ruhu, yaratıcılık, insiyatif alma, etkili iletişim gibi çeşitli
konuları kapsar. Bunların yanında parasını kendimiz ödeyerek
katıldığımız birtakım sosyal aktivitelerle kent yaşamı içinde
nefes almaya, terapötik etkinliklerle kendi öz varlığımızla
yeniden karşılaşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Yeterince cesaretimiz
varsa bunalımlarımızı aşmak için psikologlara başvuruyoruz ya
da imkanlarımızın yettiğince birtakım şeylerle uyuşmayı
seçiyoruz. Kısaca Freud’un dediği gibi uygarlığın bedelini
nevrozla ödüyoruz. Kök salıp, gelişebileceğimiz bir insanlık
ormanının yokluğunda kendi bahçemize birtakım ilaçlar zerk
etmeye çalışıyoruz. Biraz rahatlayıp yolumuza devam etmeye
çalışıyoruz.
İnsan yediği şeye benzermiş. Kendi tohumunu üretmesi yasaklanan
tarım üreticileri uluslararası şirketlerin sattığı hastalıklı
tohumlarla üretim yapmak zorunda bırakılıyor ve sonra aynı
şirketlerin ortak olduğu tarımsal ilaçlarla tarlasındaki ürünü
garantiye almak zorunda bırakılıyor. Çocuklarımızı okullara
gönderiyoruz, dahiyane sistemlerle hastalanan çocuklarımıza ne
olduğuna şaşırıyor onları iyi edebilmek için tonla para
saçıyoruz. Altından kalkamadığımız hayal kırıklıklarıyla
boğuşuyoruz. Aslına bakarsak biz de aynı tarlanın ürünüyüz
ve bizden çıkan şeye bakarak şaşırma hakkını nereden
buluyoruz anlamıyorum.
Eğitim sistemi üzerine söylenecek çok söz var. Bunu burada
kesip başta söz verdiğimiz doğaçlama konusuna doğru çark etmek
istiyorum. Zira doğaçlamanın sadece oyuncunun okulda ya da role
hazırlık evresinde kullandığı, olmasa da olur bir külfet olarak
algılandığı ülkemizde, okuyucunun ilgisini uyandırmak ve
doğaçlamanın hayatla bağlantısına dikkat çekmek için bahçe
ve orman havası almamızın iyi geleceğini umuyorum. Her neyse.
İkibinönüç yılının Ekim ayında Apllied Improvisation
Network’ün davetiyle Berlin konferansında yaptığımız
‘#occupygezi, a huge improv experience’ başlıklı sunumun
izleğinde meramımı anlatmak isterim.
Doğaçlama prensipleri üzerine yazıp çizmeden önce doğaçlamanın
net bir tanımına ihtiyacımız var. Kavram birçok kişi
tarafından tanımlanmış. Bu tanımlara çeşitli kaynaklardan
ulaşmak mümkün. Benim alıntılamak istediğim tanım, üzerine
kafa yoracağımız konu açısından kanımca en net olanı;
Doğaçlama; beden, uzam ve tüm insani kaynakları
kullanarak, bir düşüncenin, durumun, karakterin (hatta belki bir
metnin) tutarlı ve anlaşılır fiziksel ifadesini, tüm çevresel
uyaranların etkilerini de katarak, spontan (şimdi ve burada) bir
şekilde yaratmaktır. Bunun için bir doğaçlamacı gibi
önyargılardan kurtulup, kendimizi sürprizlere bırakmamız
gerekir. ( Anthony Frost, Ralph Yarrow Improvisation
in Drama, 4).
Yukarıdaki tanımda anlatıldığı gibi sanatsal yaratımı,
sahneyi hatta tüm uzamı paylaştığımız katılımcıları hesaba
katarak birlikte, anında, doğaçlamayla gerçekleştirebilmek için
birtakım prensipleri içselleştirmemiz gerek. Hiçbir ön hazırlık
yapmadan anlamlı bütünler oluşturabilmek için kurallara değil
ama birtakım prensiplere ihtiyacımız var. Bu prensipleri hem
sanatsal performans hem de Gezi sürecinde yaşananlar açısından
paralel bir değerlendirmesine dikkati çekmek istiyorum. Bu
prensiplere girmeden önce de bu prensiplerin gerçekleştirilebileceği
kuralsız alanın nasıl oluştuğunun izini sürmeye niyetliyim.
KURALSIZ ALAN
Lidere biat kültürünün şiddete meylinden,
Gezi’nin lider motifi barındırmayan ‘şedit şevk anlarıyla’
dolu ritüelistik sürecinin tespitini iki ayrı ‘Occupy’
hareketi üzerine yazılmış, Michael Taussig’in O
Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım ve
Şükrü Argın’ın Gezi’nin
Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol isimli
makale-kitaplarında görmek mümkün. Her ikisi de Walter
Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’ argümanına dikkat çekerek
Wall Street ve Gezi sürecini anlamaya çalışır. Taussig Zucotti
Park’daki gözlemlerinden bahsederken şu satırları yazar;
Yanında daha yaşlı kadınlar şezlonglara
kurulmuş, direnişi yaklaşan kışa hazırlamak için kazak
örüyorlar. Dünya kadar zamanları var; çünkü zamanı mesken
tuttular ve zaman ilerlemiyor artık. Tarihe, anaerkilliğe referans
vermeye ihtiyaçları yok. Benjamin’in ‘şimdinin
zamanı’ dediği zamanda, devrim
anının yoğunluğunda yaşıyorlar. (Taussig, O
Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım,
2013)
Şükrü
Argın ise Gezi sürecini ve sonrasını anlamak için iki temel
soruya dikkat çekerken Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’
kavramını şöyle ödünç alır;
Gezi aşıldığında mevcut gidişatın kirinden
pasından arınıp tazeleneceği bir normalleşme vaadi mi
içermektedir, yoksa Walter Benjamin’in ‘şimdinin
zamanı’ dediği türden, şu tarihin
akışını durduran ‘otantik an’lardan birine mi delalettir?
(Argın, Gezinin Ufkundan: Liberal
Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol,
12)
‘Şimdinin
Zamanı’ Wall Street işgalinde de, Gezi işgalinde de benzer
ritüelistik süreçleri deneyimlememize fırsat verdi. Taussig de,
Argın da bu kavramın ardından işgal eylemlerinin karnavalesk ve
ritüelistik hallerine dikkat çeker. Taussig bu tespitini şöyle
ifade eder;
Neden sihirli? Çünkü dini bir havası var. Belki Afrika’ya
özgü bir şeyler dönüyor burada; şamanın kelimelerini
tekrarlayan dinleyiciler. Biz çoğuluz. Birlikte duyuyoruz.
Birlikte tekrarlıyoruz. (Taussig, 57)
Argın
ise ‘Olay’ın ne olduğunu değil, ‘Olay’da ne olduğunu
anlamaya ve anlatmaya’ çalışırken ilk olarak karnaval kavramına
dikkat çeker. Argın Bahtin’den referansla karnaval tespitini
şöyle açar;
Bahtin sayesinde biliyoruz ki, ‘karnaval, halkın gülmeye
dayanarak örgütlenen ikinci hayatıdır. Şenlikli hayattır.
Yine Bahtin sayesinde biliyoruz ki, ‘karnavalesk kalabalık, salt
bir kalabalık değildir. Bu, bir bütün olarak halktır; ancak
halkın yöntemleriyle örgütlenmiş halidir; yani halkın
yöntemleriyle.... Bu bütün içinde tek tek bedenler, belirli bir
ölçüye kadar kendileri olmamaya başlarlar; yani bedenlerin
takasının, yenilenmesinin mümkün olduğu söylenebilir (kostüm
ve mask değiştirmek suretiyle).... Gezi’de işte tam da bu türden
‘karnavalesk’ bir kalabalığa şahit olduğumuzu söyleyebiliriz,
sanıyorum. (Argın, xviii)
Bu noktada her daim şimdi ve burada olmayı gerektiren doğaçlama
tiyatro pratiğinin öncüsü Viola Spolin’in sözlerine dikkati
çekmek istiyorum. Yıllarca işçi sınıfından göçmenlerle
çalışmalarını yürüten doğaçlama tiyatronun ‘babaannesi’
Spolin asıl amacını ve doğaçlamanın insanlar üzerindeki asıl
etkisini şöyle ifade eder;
Spontanite sayesinde kendimizi yeniden şekillendiririz. Spontanite
bizi, düşünce kaynaklarımızdan devraldığımız çerçevelerden,
eski bilgiler ve gerçeklerle tıkanmış belleğimizden,
sindirilmemiş teorilerden ve başka insanların bulduğu
tekniklerden bizi özgürleştirirken bir patlama etkisi yaratır.
Spontanite gerçeklikle karşılaştığımız, onu araştırıp bir
tavır alma sürecinde bireysel özgürlüğümüzü kazandığımız
anı ifade eder. Benliğimizin dağınık küçük parçaları, bu
anda organik bir bütünlük halinde çalışır. Bu an; yaratıcı
ifadeyi, deneyimleyerek keşfetme anıdır. (Improvisation For
Theater, 4)
Yaratıcı anın deneyimlendiği ve organik bir
bütünlüğe doğru yol almamızı sağlayan özgürleşme anlarının
toplamı olan doğaçlamayı Victor Turner’ın argümanları
ekseninde inceleyen Brad Fortier, Doğaçlama
Tiyatro’da Ritüel ve Komünyon adlı
makalesinde Turner’ın ritüelleri anlamamız için ortaya attığı
komunitas
ve liminalite
kavramlarını şöyle açar;
Turner komunitasın
büyük toplumsal eşitlik, dayanışma ve beraberlik duygularını
taşıyan hassas toplumsal ruh olduğunu öne sürdü. Komunitas,
liminaliteyi
birlikte deneyimleyen insanların karakteristiğidir. (Turner, 1982)
Liminalite
Turner’a göre düşünce, özfarkındalık ve davranışsal
sınırların genleşmesiyle oluşan ve yeni bir şeylere yol
açılmasını sağlayan geçiş sürecidir. (Turner, 1982)
Liminal ise aynı zamanda zamanı ve
mekanı gösterir. Bu kavram bir olaya ya da mekana aynı zamanda
uygulanabilir. Bunun sebebi zaman/mekan’ı normal kurallardan,
tipik sosyal ve kültürel gidişatın içindeki adetlerden ayıran
sınırlanma hissidir. Birçok kültürdeki çeşitli ritüellere
katılan ya da maruz kalan insanlar ritüel süresince sosyal
normları tersine çevirme ya da kuralları çiğneme konusunda
izinlidirler ve hatta teşvik edilirler. (Bell 1997, Turner 1982)
Brecht’ten
Freire ve Ranciere’ye, Boal’den Spolin ve Johnstone’a sanatsal
veya eğitimsel süreci katılımcı hale getirmeyi amaçlayan birçok
yaklaşımda yukarıda belirtilen kavramların izini bulmak mümkün.
Yaratıcı bütünlük ancak öğreten adamın mutlak olanı işaret
etmesinin aksine belki de bir kişide cisimleşmesi bile gerekmeyen
birlikte keşfe yapılan çağrıda gizlidir. Bir de bu çağrının
şenlikli örgütlenmesi ‘somut ve duygusal’ olmayı başardığında
sürecin bütünleştiriciliği garanti altına alınır. Hiçkimse
çemberin dışında kalmaz. Herkes hep birlikte, şimdi ve
buradadır. Doğaçlama performans anında izleyici katılımcıya
dönüşür. Performans alanı ve seyir yeri ayrımları ortadan
kalkmaya başlar. Performansı gerçekleştirenler arasındaki
hiyerarşik örgütlenme anlamını yitirirken her türlü yaratıcı
edim kabul edilir. Ulaşılacak sonucun performans kaygısı ortadan
kalkarken oradan boşalan yeri süreci belirsizlikle ilerleten yaşam
enerjisi doldurur.
Gezi benzeri hareketleri mercek altına alan kimi yaklaşımlarda
süreci sivil itaatsizlikten öte, siyasi itaatsizlik kavramıyla
anlamaya çalışmanın da burada önemli olduğunu düşünüyorum.
‘Occupy yeni bir siyasi angajman, yeni bir siyaset biçimi yarattı’
diyen Bernard E. Harcourt sivil itaatsizliği şöyle tanımlar;
‘Sivil İtaatsizlik, yasa koyucu kurumları ya da yönetim yapısını
yerinden etmeyi değil, var olan yasaların adaletsizliğini gözler
önüne sererek yasaları değiştirmeyi amaçlar’. Öte yandan
Harcourt anlamaya çalıştığımız hareketlerin Siyasi İtaatsizlik
örnekleri olduğunu şöyle açıklar;
Siyasi İtaatsizlik ise (sivil itaatsizliğin)
tersine, yönetilme biçimimizin ta kendisine direnir. ‘Yasaya en
büyük saygıyı gösterme’ fikrini reddeder. Hukuki ve siyasi
sistemin yaptırımlarını isteyerek kabul etmeyi reddeder. Siyasi
yönetimin ve hukuk uygulamalarının geleneksel biçimlerine meydan
okur. Bizi yöneten siyasi kurum ve kişilere sırtını döner.
(Harcourt, Siyasi İtaatsizlik,
69)
Gezi sürecinde başbakan sık sık birtakım
siyasi oluşumları sorumlu tuttu, hedef gösterdi. Çok çeşitli
bir siyasi yelpazeden insanların bir araya geldiği direniş
sürecinde ana muhalefet partisi başkanı bile ‘buradaki kitle
bizi de istemiyor’ gibisinden açıklama yapmak zorunda kalmıştı.
Park’ta ve sokaklarda ‘Bu bir halk hareketidir, parti mitingi
değildir’ yazan pankartlara ya da duvar yazılarına rastlamak
mümkündü. Tuhaf bir ‘biz’ olma hali heryerde hissediliyordu.
Yakın zamanda uygulamaya sokulan alkol yasaklarına karşı
‘şerefine tayyip’ sloganlarıyla sokaklarda bira içenler,
kandil gecesi saygısızlık etmemek için parkta alkol tüketmiyordu.
Sol örgütler, Antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken onların
güvenliklerini sağlıyordu. Bizzat tanık olduğum bir olayda
Sırrı Süreyya Önder Firuzağa’da idi. 1 Haziran günü öğle
saatlerinde polisin gaz, cop ve tomayla saldırısı olanca
şiddetiyle devam ediyordu. Sırrı Süreyya kalabalığın içinden
geçerken herkes alkışlamaya başladı. Üstlerinde Türk
bayrakları bulunan iki kişi de şevkle alkışlıyordu. Biri
diğerine ‘abi alkışlıyoz ama bu kim biliyorsun değil mi?’
diye sordu. Yanındaki ‘biliyorum,..., da başka adam gibi laf
eden mi var, herif sağlam adammış’ gibisinden bir karşılık
verdi ve birlikte daha kuvvetli alkışlamaya devam ettiler. Lice’de
indirilen bayrak provokasyonuyla yeniden inşa edilen ezberin Gezi
sürecinde kırıldığını ya da en azından sorgulanma
potansiyeline sahip olduğunu gördüm. Twitter’da otuz yıldır
Güneydoğu’dan haber veren medyanın Gezi sürecinde penguen
belgeseli veren zihinle yönetildiğine dair sorgulamaları görmek
de mümkündü. Hatta bu ezberin kırıldığı anlar, her ne kadar
ara ara tartışmalara neden olsa da, hertarafta Atatürk resimleri
varken parkın etrafında birçok devrimci liderin resmi olduğu gibi
Apo’nun resimlerinin de kendisine yer bulabilmesinde gizliydi.
Halkların Demokratik Kongresi İstklal Caddesinde yürüyüş
yaparken Küçükparmakkapı Sokakta TGB ‘Mustafa Kemal’in
Askerleriyiz’ sloganını atabiliyordu. Herkes kendi inancına
sıkı sıkı sarılırken bir ötekiyle şok edici bir beraberliği
yaşayabiliyordu. Gezi’yi en özel kılan özelliklerden biri
farklılıkları bir arada barındırmasıyken dağılmadan sonra
sönümlenmesine neden olan da bu farklılıkların birlikteliğinin
ezberlerle bozulmasıydı. Gezi’nin en ikonik görsellerinden biri
ise üç farklı siyasetin elele aynı kare içine girdiği
fotoğraftı. İnsanlar birtakım liderlerin resimlerini taşıyarak,
birtakım ideolojilerle alana geliyordu ama her nasılsa o temsil
yetkisi verilmiş politik yapıların temel argümalarının dışında,
hatta ötekileştirdiği birtakım odaklarla, işbirliğine
gidebiliyorlardı. Parkın değişik noktalarında gerçekleşen
forumlarda farklı politik geleneklerden gelenler karşı karşıya
kaldıkları sorunlara ve ötesine dair tartışmalar
gerçekleştiriyordu. Her forumda belirlenen eğilimler diğer
forumların sonuçlarıyla biraraya getiriliyor ve süreç
ilerletiliyordu. Bu hiçkimsenin alışık olmadığı bir politik
tavrın kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlıyordu. O zamana
kadar karar alma ve uygulama insiyatifini devretmeye alışmış
bireyler devrimci bir biçimle karşı karşıya kalmışlardı.
Fikir beyan ediyorlar, farklı fikirleri dinliyorlardı. Bu tek
boyutlu bir politik hareketin iç toplantılarından fersah fersah
ötede bir çeşitliliği beraberinde getirdi. İktidar için en
korkutucu olan da buydu. Belki de Gezi Parkı’na sürpriz
denebilecek yüksek bir şiddetle saldırılmasının sebebi de
buydu. Öte yandan forumların İstanbul’un ve ülkenin değişik
parklarında yeniden örgütlenmesine neden olan, işgal evleriyle
süreci devam ettirme enerjisini veren de bu alternatif oluş
haliydi. Gezi Ruhu denen şeyin özündeki en önemli noktalardan
birini, politikayı sandık cenderesinden ve temsiliyeti devretme
alışkanlığından kurtulmaya davet etmesinde görüyorum. Bu
anlamda Turner’ın ritüelleri mercek altına altına alarak ortaya
attığı, ‘düşünce, özfarkındalık ve davranışsal
sınırların genleşmesiyle oluşan ve yeni bir şeylere yol
açılmasını sağlayan geçiş süreci’ olarak nitelediği
liminalite
kavramının yansımalarına Gezi direnişinin heryerinde rastlamak
mümkündü. Liminaliteyi
birlikte deneyimleyen insanların oluştırduğu büyük kitlenin de
ritüellerdeki gibi ‘büyük toplumsal eşitlik, dayanışma ve
beraberlik duygularını taşıyan hassas toplumsal ruh’ olarak
ifade edilen komunitası oluşturması
belki de Gezi Ruhu denen şeyi en iyi açıklayan kavramdır sanırım.
Gelelim bütün bu olanların sanatta, özelde de
tiyatrodaki yansımalarına. Bu ‘siyasi itaatsizlik’ argümanı
politikaya biçimsel ve bunun doğrultusunda özde devrimci nitelik
kazandırıyor. Tiyatroda da benzer bir sorgulama süreciyle
tespitlerde bulunan ve hareket eden yaklaşımların izlerini Ahmet
Güngören’in Levi-Strauss üzerine denemelerini yayımladığı
Dil ve Büyü
isimli çalışmasında sürebiliriz. Güngören Antropos’un
Sanatı/Sanatın Antropolojisi isimli
yedinci denemesinde Claude Levi-Strauss’la yapılan bir söyleşide,
Levi-Strauss’un Becket üzerine sorulan soruya verdiği yanıtı
şöyle aktarır;
Tiyatro tartışmasına giremem, çok özür dilerim ama tiyatroya
allerjim var. Elimde değil, tiyatroya ne zaman gitsem, kulağımı
döşemeye dayayıp beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen bir konuşmaya
kulak misafiri oluyormuşum gibi geliyor. (Güngören, Dil ve Büyü,
116)
Ardından
‘tiyatro dünya görüşümüzdeki basmakalıp düşünceleri,
sıradan duyguları, klişeleri, önyargıları parçalamalıdır’
diyen Grotowski’yle devam eder Güngören. Batılı tarzda tiyatro
yapılanmasının tek tiyatro biçimi olarak algılanmasını arızalı
bulan tiyatro adamlarından örnekler verdikten sonra
Levi-Strauss’tan Grotowski’ye tiyatro örgütlenmesindeki
sıkıntıyı ve çözümü şöyle özetler:
Levi-Strauss’u kulak misafirliği hissiyle
tedirgin eden, Grotowski’ye ise isyan ettiren klasik tiyatro, oyun
sanatının, yeryüzünün görece küçük bir bölümünde ve
oldukça sınırlı bir dönemde ortaya çıkmış bir tezahüründen
başka birşey değildir. ‘İtalyan Sahnesi’ adı verilen bir
mekanda, karanlıkta edilginleştirilip susturulmuş seyircilere
kendini dramatik sanatların en yüce şekli olarak dayatmaya
kalkışması ise hüsn’ü kuruntudan öteye geçmez. Grotowski’ye
göre, eğer Batı tiyatrosu varlığını anlam taşıyan bir
biçimde sürdürmek istiyorsa, yeryüzünün farklı
kültürlerindeki, çeşit çeşit gösteri sanatlarının kendi
uygarlığına has özel bir türü olduğunu içine sindirip kendi
antropolojik özünü sorgulamalıdır. Bu sorgulama- sinema ve TV
ile rekabete girme, ticarileşme gibi kaygılarını aşıp bu
rakiplerin sahip olmadığı hakikiliğine, yani oynayanlarla
izleyenlerin, canlı organizmalar olarak, karşılıklı etkileşimde
bulunduğu- kendi mitsel ve ritüel köklerine kavuşturulabilir. O
zaman, tüm mitlerle bilinç ışığında yüzleşip onları yeni
sanat yapıtlarına dönüştüren, laik ve modern bir kutsal ayin ya
da ritüel görkemiyle yeniden doğabilir. (Güngören, Dil
ve Büyü, 119)
Doğaçlama Tiyatro da sanayi devriminden sonra billurlaşan adeta
bir makina gibi örgütlenen klasik tiyatronun yazar, yönetmen,
dramaturg, oyuncu, müzisyen gibi unsurlarının hiyerarşik
yapılanmasının ötesinde bir yapılanma sunar. Bir yazarın
yazdığı metnin, o metinden adeta bir parti lideri gibi mutlak
söylemler üretmeye çalışan yönetmenin, metni belirlenen söylem
doğrultusunda eğip büken dramaturgun, en nihayetinde bireysel
yaratıcı özünü metin ve yönetmen bağlamında sınırlayan, bir
anlamda insiyatifini yönetmenin insafına devreden oyuncunun ve çoğu
zaman bir fon olmaktan kurtulamayan müzisyenin oluşturduğu klasik
tiyatro örgütlenmesinin dışında bir tiyatro örgütlenmesinden
bahsediyorum. Adorno’nun merkeze eşit uzaklıkta parçalardan
oluşan bütününü, örgütlenme biçimine de yansıtan yeni bir
tiyatro biçiminden bahsediyorum. Güç ilişkileri yaratmadan,
özgür sanatsal üretim biçiminin peşine düşen, Ranciere’nin
klasik öğretmen-öğrenci ilişkisinde tespit ettiği ve
tiyatro-seyirci ilişkisine adapte ettiği o aşılmaz ‘cehalet
boşluğu’nun ortadan kalktığı, insanları birbirine bağlayan
‘kolektif bilinçdışının’ riskli sanatsal üretimlere davet
eden evrensel özünden bahsediyorum. Hikayelerin ‘kahramanın
sonsuz yolculuğunun’ izinde yeniden yeniden yaratıldığı
sanatsal süreçten bahsediyorum. Bu süreç, içinde bulunduğumuz
sanatsal hiyerarşileri sorgulamadan mümkün olamayacak. Metnin ve
yönetmenin mutlaklığının sorgulanmadığı tiyatral süreçlerin
içinde, insiyatif almaktan çekinen sanatçı Gezi gibi direnişleri
ancak dışarıdan belirlenmiş mizansenlerle ‘destekleyebilir’.
Sürecin gerçekten içinde var olabilmesi için kendi sanatının
örgütlenme biçimini de sorgulaması gerekmektedir. Doğaçlama
Tiyatro herşeyden önce herkesin yaratıcı katkısına açık
olması itibariyle bu sürecin bizatihi kendisini her daim yeniden
yaratır. Belirlenmiş bir söylem yoktur. O anda orada bulunan
katılımcıların, sanatçıların her ne disiplinden olurlarsa
olsunlar, özgür yaratımlarına açıktır. Bazen bir oyuncu,
bazen bir ressam, bazen bir müzisyen ya da bir katılımcı-seyirci
hikayenin başlangıç ilhamını ortaya atabilir ya da süreç
içinde belirleyici müdahalelerde bulunabilir. Üstüne üstlük
bütün bu olanlar tiyatronun ilk çıktığı yerde ‘oyun’da
vücut bulur.
Pekala, bu ezberlenmiş ilişkilerden ve kodlardan
uzaklaştığımız sanatsal alanda kendimizi nasıl var ederiz ya da
var olurken bize ne olur? Bu sorunun da yanıtını aramaya
çalışırken işgal hareketlerini ve doğaçlama literatürünü
taramaya devam edeceğiz. Türkiye’de özellikle seküler kesim
kendilerinin politik bilince sahip oldukları öngörüsüyle her
daim halkı uykulardan uyanmaya davet eder. Bu uyanıklık hali
kendince aklı yüceltir. Uykudan uyanmak, herşeyi akılla
kavramayı ve amaçlanan aydınlığa doğru hep birlikte hareket
etmeyi öngörür. Ancak kaçırılan şey şudur ki bu akıl her
nedense önceden belirlenmiş birtakım doğruların herkes
tarafından kabul edildiği tek boyutlu bir toplumsal düzenden
kendisini kurtaramaz. Zaten duyguların boşandığı ritüelistik
zeminde akıl pek bir davetsiz misafir olarak kalır. Burada aklın
karşısına ‘akış’ı koymak istiyorum. Toplumsal hareketin
kendi yatağını bulduğu bir akış. Siyahla beyazın ancak Çarşı
flamalarında net göründüğü, Türk ve Kürt’ün insan
kimlikleriyle yanyana var olabildiği, LGBT bireylerin Müslümanlarla
aynı sofraya kaşık salladığı, sol örgütlerin devrimin
başrolünü kapmaya çalışmadan halkın kendiliğinden oluşan
insiyatifine katkıda bulunduğu, sınırların gevşediği,
ezberlerin bırakıldığı alandaki insanların doğayla birlikte
akışı. Sanatçıların da doğaçlama sanat üretimi sürecinde
egolarından ve akıllarından sıyrılarak uzamı paylaştıkları
kişi ve olguların etkilerine kendilerini açtıkları akış. Bu
akış karşımıza uyanışın veya aydınlanmanın getirdiği
akıldan başka bir hali gerektiriyor. Bu hal Keith Johnstone’un
uyku ile uyanıklık arası anı açıkladığı hypnagogic
kavramıyla billurlaşır;
Yaratıcı bir sanatçı olarak tüm yetilerimi
yitirdiğimi sandığım bir anda zihinsel imajlarımın peşine
düştüm. Birçok insana uyku ve uyanıklığın sınırlarında
görünür olan hypnagogic
olanlarla başladım. Onlara yöneldim çünkü hiçbiri önceden
kestirilebilen zamanlarda ortaya çıkmıyorlardı; onların spontan
oluşları ilgimi çekti. Hypnagogic
imajları gözlemlemek hiç kolay değildir, çünkü ne zaman ‘işte
orada’ deseniz biraz uyanırsınız ve imaj kayboluverir. İmajları
sözcüklere dökmeye çalışmadan onlara katılmalısınız. Bu
sayede, aynen ormanda avlanan bir avcı gibi, ‘zihnimi her an
uyanık tutmayı’ öğrendim. (Johnstone, Impro,
13)
Aynı uyku ile uyanıklık arası hal Taussig’in
Occupy Wallstreet hareketinde Zucotti Parkta gözlemlediği halle
şaşırtıcı paralellikler barındırmakta. Taussig Zucotti
Park’ın direnişçi sakinlerinden Alex’in Walter Benjamin’e
yazdığı mektubu Kan Ter İçinde
Uyandım Amerikan Kabusundan isimli alt
başlıkta şöyle aktarır;
Sevgili WB, belki de Occupy hareketi uykuyla bilinç hali arasındaki
uyanmadır. Miskinliğimizden sıyrılıyoruz ama aklımız karışık,
üstümüzde bir mahmurluk var. Kapitalizmin uykuda bir şekilde
mantıklı gelen, ama uyanınca inanamadığımız rüya haliyle yeni
oluşan bu dünyanın arasındayız.
‘Sevgili WB. Harika değil mi? Kodlamış tabii
ki; olağanüstü hal koşullarından doğrudan bildiriyor Walter
Benjamin’e. Benjamin’in kapitalizm uykusundan uyanışı, mitik
güçlerin yeniden canlanışını kurduğu diyalektik imge bölgesini
arıyor. İnsanlar devrimi müjdeleyen bu yarı uyku halinin
sürrealizminde yüzerken devir değişiyor. (Taussig, O
Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım,
30)
KURALSIZ ALANIN PRENSİPLERİ-DOĞAÇLAMA VE DİRENİŞ
Dinle ve ‘Evet... Ve...’ Prensibiyle Süreci Besle:
Doğaçlama
performans esnasında ne söyleyeceğimizi ya da fiziksel olarak ne
yapacağımızı düşünmek yerine dikkatimizi anı paylaştığımız
kişilerin ne yaptıklarına ya da ne söylediklerine odaklamamız
gerekir. Eğer algıladığımıza anında olumlu reaksiyon vermeyi
temel prensip olarak alırsak süreci, performans kaygısının
yarattığı stresden arındırarak olumlu bir yaratıma doğru
birlikte yol alma fırsatıyla doldurabiliriz. Karşılaştığımız
olumsuz durumlarda bile bu prensibi koruduğumuzda ortaya herkesi
şaşırtan bir süreç çıkartabiliriz. Gezi Direnişini başlatan
tavrın kökeninde bunu görüyorum. Dozerlere karşı doğayı
koruyan, evrensel insani duruşla bir araya gelen insanların yaptığı
barışçı karşı duruşun tüm ülkeye yayılan bir protesto
bilinci yaratmasının kökeninde bu yatıyordu. Yıkıcı eylemi
görmezden gelmeden yaratıcı olanı ortaya koymak. Bu saf insani
duruş yoldan geçen taksicilerin bile kornalarına basarak
parktakileri desteklemesine yol açtı.
Gerçekleştirilmek
istenen kanunsuz yıkıma karşı Taksim Dayanışmasının parkta
çadırlarla nöbet tutmaya başlaması olumsuz olanı görmezden
gelmeden, yapıcı ve olumlu bir karşı duruştu. Direnişe
meşruiyetini veren de bu insaniden de öte doğal, yaşamsal
tavırdı. Ağaç yoksa hayat da yok. Bu herkese mantıklıdan öte
vicdani olanı gösterdi. Adorno’nun insanların yağından sabun
yapan Auchwitz tarzı toplama kamplarını ‘aklın doruk noktası’
olarak nitelediğini düşünecek olursak sorun gerçekten de akıl
değil vicdan meselesiydi.
‘Evet,
Ve...’ prensibini biraz açacak olursak burada karşımıza ‘Ama’
ve ‘Ve’ sözcüklerinin büyülü ayrımı çıkar. Gezi
Parkında başlayan direniş kuru ve eyleme geçirmeyen bir ‘Ama’
sızlanmasının ötesinde bir yaklaşım ortaya çıkardı. Sen bu
parkı yıkmak istiyorsun ‘ama’ biz yıkmanı istemiyoruz değildi
bu tavır. Sen bu parkı yıkmak istiyorsun ‘Ve’ biz bu parkı
yıkmanı engellemek için buradan ayrılmıyoruz ve burayı ‘şimdi
ve burada’ kamusal alan haline getiriyoruz idi asıl tavır. İsyan
ve direniş genelde ‘hayır’ ya da ‘ama’ sözcüklerinin
durdurucu tavrıyla anlaşılmak eğilimindedir. Oysa burada
alışılmış olan sızlanma ve eylemsizliğin karşısında net
tavırlarla bir parkın kamusal alan olarak yeniden inşası söz
konusu. Bu inşa da alttan işleyen ‘Evet, Ve...’ prensibinin
getirisi olarak somut adımların atılmasını sağladı. Çadırlar
kuruldu, çaylar, börekler ceberrut polise insan olduğunu
hatırlatmak için paylaşılmak istendi ancak karşıdaki ‘Ama’
tavrı ‘Hayır’ın yıkıcılığıyla ilk biber gazını sıktı,
coplarla ilk kan döküldü, çadırlar yakıldı. Ardından
çadırlar yine geldi, parkın kamusal meşruiyeti çoğalan insan
sayısıyla daha da netleşti. ‘Evet, Ve...’ prensibi karşı
karşıya kaldığımız argümanlarla hemfikir olmak değil, onların
gerçekliğini görmezden gelmeden kabul etmek ve olumlu, net
eylemlerle karşımızdakine süreci ortaklaştırma çağrısında
bulunmaktır. Bu tavrı aslında direniş boyunca şiddet
mekanizmasını dumura uğratan tüm eylemlerde okumak mümkün.
Tomanın önündeki siyahlı kadın, duran adam, farklı politik
görüşlere sahip insanların şiddet karşısında elele verişi,
kitap okuyanlar vs.
Her ne kadar karşıdaki gitgide şiddeti arttırsa da Hannah
Arendt’in altını çizdiği gibi aslında iktidarını kaybetmekte
olduğunun farkında değildir. İktidar salt şiddette değil,
gerçek eylemin olumlu katkısında gizlidir. Ortak hikayeyi yaratan
budur. Sahneye çıkar çıkmaz karşısındaki oyuncunun yarattığı
karaktere şiddet uygulayan, aşağılayan oyuncuların ucuz
televizyon doğaçlamalarınının seyredende yarattığı karın
ağrısı desem? Aynı karın ağrısını Başbakanın, Afrika
gezisi dönüşünde ücretsiz toplu taşımayla topladığı zorlama
kitleye ‘Afrika’nın örnek gençlerisiniz’ diye seslenirken
hissetmek mümkün. Statik, emir komuta zinciriyle, tektip, kör
inanca dönüşmüş düşünceyle demokrasinin gerçekleşemeyeceği
gerçeği havaalanındaki ‘uzun’u karşılamaya gelen ücretli
fanatiklerin ‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim’ diye karşılık
vermesinde açıkça görülmekteydi. Daha sonra palalı, sopalı,
bıçaklı sivil timler ortaya çıktı. Evlerinde tutulan ‘yüzde
elli’nin kimler olduğu artık daha net bir şekilde anlaşılmış
oldu.
Burada ‘Evet’ deme prensibi için doğaçlama tiyatro alanında
Guru olarak kabul edilen Keith Johnstone’un efsanevi kitabı
Impro’dan bir alıntı yerinde olacaktır;
“Evet” demeyi tercih edenler ve “Hayır”
demeyi tercih edenler vardır. “Evet” diyenler sahip oldukları
serüvenlerle, “Hayır” diyenlerse kazandıkları güvenle
ödüllendirilirler. Etrafımızda “Hayır” demeyi tercih
edenlerin sayısı, “Evet”i tercih edenlerden çok daha fazla
olmasına rağmen, bir tip diğer tip gibi davranmayı öğrenebilir.
Keith Johnstone, İmpro (1981)
Sorumluluk Al ve Paylaş:
Doğaçlama
performans anında süreci başlatmak veya ilerletmek için
sorumluluk almaya gönüllü olmamız ve bunun sonucunda gerçekleşen
statüyü ve sorumluluğu paylaşmaya açık olmamız gerekir.
Hikayenin sorumluluğu sadece bizim omuzlarımızda değil, herkesin
özgür katılımına açık olmalıdır. Hatta bu sorumluluk
karşımızda bizi seyreden konumunda olanları dahi eylemin içine,
hikayeye katkıda bulunmaya davet etmeye kadar götürür. Aslında
doğaçlama performansı sadece izleyemezsiniz, her daim katılımcı
olma potansiyeline sahipsinizdir. Bu prensibi Nathalie
Crohn Schmitt, Spolin ve doğaçlamayı kullanan çeşitli
sanatçıları ele aldığı çalışmasında şöyle ifade eder;
Doğaçlamada, oyuncular var olan karakterleri
ortaya çıkarmaz ya da belirlenmiş hareketleri tekrarlamaz; aksine
an be an kararlar alarak süreci devam ettirirler. Oyuncular,
dünyaya son düzenini vermek yerine, anlık kişisel bakış
açılarını kullanarak anları
oynar... Dünya, kendimizi var ettiğimiz süreç içinde, bizimle
birlikte, görünür hale gelir. (Schmitt, Actors and Onlookers, 118)
Eğer anti biber gazı ilacını yapmayı biliyorsanız ve bundan
hiçkimse haberdar değilse bunu hazırlamak ve insanlarla
paylaşmanız gerekir. Direniş sürecinde herkesin bildiği ve
yapabildiği ölçüde katkıda bulunmasını sembol haline gelmiş
Talcid Adam’da ya da evinde yaprak sarma yapıp direniş mutfağına
getiren teyzelerde görmek mümkün. Cep telefonu kameralarıyla
gönüllü muhabirlik yapanlar, internetten bağımsız haber
paylaşanlar, gönüllü ilkyardım yapan sağlık çalışanları ya
da tıp öğrencileri, polis saldırısı anında apartman kapılarını
ya da evlerinin kapılarını açanlar, sokak hayvanlarına
müdahalede bulunanlar gibi örnekler sıralamak mümkün. Hatta
hıncahınç kitlelerin polis saldırısı anında birbirlerini
ezmeden geri çekilmelerini sağlayan bu sağduyuydu. Aslında
direniş boyunca alışılmış net bir lider figürünün olmaması
herkesin biraz sorumluluk sahibi olmasında gizliydi. Herkesin
birlikte renkli bir bütünlük içinde olmasını sağlayan şey
sürecin içinde yer alan bireylerin birşeyler gerçekleştiriyor
olmalarını hissetmelerini sağlayan bu eyleme haliydi.
Varoluşçuların ciltlerce kitapta anlatmaya çalıştığı eyleyen
insanın kendi varoluşunun farkına varmasına ve özgüveninin
kendiliğinden inşa edilmesine heryerde tanık olmak için etrafa
biraz bakmak yeterliydi. Barikat mı kurmak gerekiyor; yakındakilere
çağrıda bulunmak ve elden ele taşınan öteberilerle özsavunma
alanlarını hep birlikte yaratmak çok kısa zaman alıyordu. Park
ve etrafının temizlenmesi belediyenin temizlik hizmetinden daha
detaylı ve hızlı gerçekleşiyordu.
Bağlantılar Yarat ve İlham Ver:
Eğer
zeka olgular arasında bağlantılar kurma yetisiyse ‘orantısız
zeka’ bu bağlantıyı evrensel boyutta kurma yetisine işaret
eder. Doğaçlamada beklenmedik bağlantılar kurarak hikayeyi ilgi
çekici kılabilmek doğaçlama sanatçısı için en avantajlı
yetilerden biridir. Bunu yapabilmek için iktidarı memnun edecek
genel geçer kabul gören sonuçları amaçlamak yerine süreç
içinde içinizden geleni yapmalı ve yanınızdakileri de buna
teşvik eden bir tavrınız olmalı. Aslında karşımızdakini
kabul etmenin önkoşulu önce kendimizi kabul etmek ve önceden
hesap edilmemiş olana doğru yol alma cesaretine sahip olmamız
gerek. Küfürle dolu bir tezahuratı kurabiyeyle taçlandırmak
için bu elzemdir. ‘Kahrolsun Bağzı Şeyler’den, gaz maskeli
semazene, ‘Çare Drogba’dan, POMA’ya, ‘Nerdesin Aşkım,
Burdayım Aşkım’dan ‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz’e hep
beklenmedik bağlantılara açık olmak gerekiyor. Bu açıklık
Rio’daki isyancılara ‘Aşk bitti burası artık Taksim’
diyerek başlayan başka bir isyana ilham verdi. Brezilyalı grafik
sanatçıları Taksim için afiş yaparken, Türkiye’den grafik
sanatçıları Rio için afişler tasarladı. Bütün ülkedeki
parkların işgalini ve hatta dünyanın çeşitli yerlerindeki
parklardan mesajlar gönderilmesini, Güneydoğu’ya dair yıllardır
süren manipulasyonun sorgulanmaya başlamasını, en korkunç
önyargılarla boğuşan LGBTİ bireylerin Gezi Parkı’nın en
renkli çiçekleri olarak algılanmasını hep bu bağlantı kurma ve
ilham verme prensibiyle bağlantılı okumayı tercih ediyorum. Eğer
kendimizi bile şaşırtabiliyorsak içimizdeki doğaçlama cevherini
harekete geçirmişiz demektir. Solcuları ulusalcıları,
anarşistleri, müslümanları, eşcinselleri, feministleri, her tür
milletten insanı, mavi yakalıları, beyaz yakalıları, sanatçıları
ve daha birçok insani rengi bir arada barındıran bir mozaik
bağlantı yaratma ve ilham verme prensibi işlememiş olsa asla
gerçekleşemezdi. Bunu başaramayan ya da dert etmeyenler ancak tek
parça bir bedende kendini bir kıl olarak hissedebilirdi ki
hissedenler oldu.
Hatalara Açık Ol ve Deneyimle
Hikayemizi
hazırlık olmaksızın doğaçlama yarattığımız zaman hesap
edilemeyen durumlar ‘hata’ gibi görünen uyumsuz eylemleri
doğurabilir. Bunlar olmamış gibi davranamaz ve oyunu bırakamayız.
Hatayı kabul edip, onu avantaja çevirmek için elimizden geleni
yapmalıyız. Bütün hikayeyi baştan alamaz, sürecin ortasında
hatayı tartışamayız. Süreç devam etmelidir. Belki de
karşılaştığımız hatanın ‘hata’ olarak görülmesi
bakışımızdaki arızadan kaynaklanıyor olabilir. Ya da hikayeyi
birlikte oluşturduğumuz arkadaşlarımızın bilmediği bir
hedefimiz vardır ve diğerlerinin yaptıkları bize hata gibi
görünebilir. Gezi sürecinin baş aktörleri mevcut siyasi
yapıların yol haritalarının dışında kalmış, apolitik olmakla
suçlanan internetin ahir zaman çocuklarıydı. Herhangi bir
politik tartışmanın kolaylıkla dışına itilebilecek, omuz omuza
karşı durmak istediği faşizmin tam olarak ne olduğunu bilmediği
zannedilen gençler sürüsü. Birçok ‘hata’ yaptılar. Belki
de birçok eylemleri ve sloganları büyük hatalardan ibaretti.
Ama bu hatalar o kadar çoktu ki mevcut dilin dışında bir dil
yaratmalarına tanık olundu. Bir Türk’ün ‘terörist’ olarak
algılanması ezberletilmiş bir Kürt’le yanyana durması,
heteroların homolarla elele tutuşması birçoklarına göre hata
olabilirdi. Mizahi olduğu kadar küfürlü sloganlar ve duvar
yazıları mevcut politik perspektiflerin ve ahlakın karşısında
hatalıydı, arızalıydı. Böyle politika yapılmazdı. Heyecan
ve maruz kalınan şiddet kimi zaman karşı şiddeti doğurdu, bu da
kimilerine göre hatalıydı. Ama en güzeli kimse hata yapmaktan
korkmadan hata yapıyor ve hataların sonuçlarına bakarak hızla
birşeyler öğreniyordu. Polisin saldırılarında hızla kaçmak
eğilimi yavaş yavaş kimsenin ezilmesine meydan vermeyecek şekilde
soğukkanlılıkla hareket etmeye evrildi. Cinsiyetçi duvar
yazıları feministler tarafından silinmek ya da karalanmak yerine
dönüştürüldü. Öfkeli eylemciler ya da birkaç kez tanık
olduğum gibi aynı ceket, şapka, çanta kombinasyonunu kullanan
derin kişiler tarafından yakılan otobüs, araba ıvır zıvır
meydanın sahipleri gençler tarafından hızla söndürüldü.
Öğren ve Öğret
Bilgiyi
kendimize saklamak bize gizli statüler kazandırır. Bilgiyi
paylaşmak ve etkileşime sokmak ise iktidarı yatay zeminde
buharlaştırarak statülerin hiyerarşi kurmasını engeller.
Mücadelede ya da sanatta profesyonelleşmek hantallaşan yapıları
doğurur. Statülerin eşitliği ise tartışmayı beraberinde
getirecektir. Bilgiyi paylaştığımızda fiziki yokluğumuzda bile
getirdiğimiz önerilerin biz olmadan da ilerlemesini sağlar.
Hikayeyi demokratik bir şekilde ilerletebilmemiz için bilgi ve
deneyim paylaşımı olmazsa olmazlardandır.
Nasıl anti biber gazı ilacı yapılır? Nasıl fidan dikilir?
Nasıl çadır kurulur? Nasıl pansuman yapılır? Ucuza nasıl gaz
maskesi yapılır? Nasıl işler hızla birlikte kotarılır? Bostan
nasıl kurulur? Nasıl resim yapılır? Nasıl dans edilir?
Yiyecek nasıl bedava olabilir? Daha birçok nasıl sorusu internete
ihtiyaç duymadan ve tonla para dökmeden bilginin sahipleri
tarafından parkta deneyimlerle paylaşıldı.
Korkularınla Başa Çık
Sahnedesiniz
ve ne yapacağınızı söyleyen kimse yok yanınızda. Ezberlenmiş
bir metin söz konusu değil. Belirsiz bir süreci arkadaşlarınızla
birlikte kendi hikayenizi yaratarak ilerleyeceksiniz. Korkunun ecele
faydası yok ki. Hareket etmeniz gerek. Hareket etmek için
cesarete ihtiyacınız var. Bir de farkında olmadan kullandığımız
birtakım kaynaklara.
‘Korku
duvarı aşıldı’ sözü Gezi sürecinde çokça dile getirildi.
Polis, uyguladığı şiddete bana mısın demeyen protestocular
karşısında günlerce uykusuz kaldı, kaldırımlarda sersefil
oldu. Pekiyi nasıl oldu da korku duvarı aşıldı ya da bu duvar
aşıldığında insanlara ne oldu? Bunun yanıtını Mooli Lahad’ın
stresle başa çıkma kaynaklarımızı özetleyen B.A.S.I.C-Ph
analiz yöntemiyle açıklamaya çalışacağım. Marmara depremi de
dahil dünyanın birçok yerinde yüksek sayıda travmaya uğramış
felaketzedelerle çalışmalar yürütmüş bir terapist Mooli Lahad.
Özellikle Joseph Campbell ile anılan evrensel hikaye kurgusunu altı
basamağa indirdiği Altı Parçalı Hikaye Tekniğini uyguluyor
Mooli Lahad. Daha sonra ortaya çıkan hikayeleri Basic-Ph
yöntemiyle analiz ederek yerel terapistlere yol haritası
çıkartıyor. Aynı travmaya maruz kalmış çok sayıda kurban
için matematiksel değerler ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Basic-Ph’daki her harf insanın stresle başa çıkmasını
sağlayan doğal kaynaklarımızın İngilizce anlamlarını
gösteriyor. B, ‘belief’ yani inanç. İnsanoğlunun ‘dengeli’
bir yaşam sürebilmesi için bir ‘inanca’ ihtiyacı var. Bu
inanç dini bir inanç olmak zorunda değil. İnanacak birşeylere
ihtiyacımız var. A ise ‘affection’ yani duygular ve bunların
dışa vurumu. Duygularınızı ketlediğinizi bir düşünün. S,
‘social’ hepimiz sosyal yaratıklarız ve kendimizi diğer
insanlardan soyutlamak ancak birtakım arızaları işaret edebilir.
I, ‘imagination’ yani hayalgücümüzü işaret ediyor.
Hayalgücümüz olmadan ne kadar yaratıcı olabiliriz? Ya da şöyle
ifade de edebiliriz; eğer sıkıştıysanız hayalgücünüzü
serbest bırakmayı deneyin. C, ‘cognition’ yani biliş,
bilgiyle olan ilişkimiz. Bilgiye ihtiyacımız var, öğrenmeye
açık olmak ve yeni bilgilere kapalı olmamak bizi her daim
tazeleyen bir özellik. Ph ise ‘physical’ kelimesiyle fiziksel
yanımızı ifade ediyor. Harekette bereket var. Bir bedenimiz var
ve onu kullanmamız gerekiyor. İnanç, duygu, sosyal, hayalgücü,
bilgi ve fiziksel kaynaklar stres ve travma dolu dünyada ayakta
kalmamızı sağlıyor. Travmaya maruz kaldığımızda ise bu
kaynaklar ya ketleniyor ya da tavan yapıyor.
Kabaca
daha ‘iyi’ bir dünya inancı, özgürlüğe olan inanç,
birşeylerin daha farklı olabileceğine dair inanç olmadan gaz
fişeklerine, tomalara karşı çıplak elle yürümek pek mümkün
olmazdı herhalde. Öte yandan tüm eylem sürecini esrik bir
karnaval boyutuna taşıyan ve ezber bozan en önemli yanlardan biri
de heryerde sezilen yoğun duygusallıktı. Ölen çocukları,
kesilen ağaçları, yıkılan umutları sahiplenmek için duyguya
ihtiyacımız var. Milyonlarca insanın farklı şehirlerde
meydanları tutmasından daha büyük bir sosyallik olabilir mi?
Daha ne kadar masada memleketi kurtarabilirdik ki? Gezi Ruhunun
gezindiği heryerde büyük bir hayalgücünden bahsetmek artık
sıradan birşey. Sanatla, paylaşımla, yaşam deneyimiyle ortaya
çıkan zihinleri dumura uğratan bir hayalgücü. Bütün Gezi
süreci birçok insana birçok şey öğretti, tartışıldı,
okundu, yazıldı, çizildi. Hepsinden önemlisi belki de bütün
bunların fiziksel olarak sokakta, meydanda var olmakla gerçekleşmiş
olmasıydı.
Şimdiki tıkanıklıklarımızı anlamak için toplumsal olarak bu
kaynakları ne kadar işletebildiğimize bakmak önümüzdeki süreç
için faydalı olabilir. O kaos içinde bu kaynakları verimli
kullanabilirken, şimdi kendimize ne yapıyoruz da elimiz kolumuz
bağlı hissediyoruz?
SON NİYETİNE
Demokrasi dediğimizde farklı fikirlerin tartışılabildiği bir
ortamı algılayışımız nedense hep farklılıklarımızın ne
olduğu üzerine kafa yorup tavır alma ezberimizi harekete
geçiriyor. Pekiyi bu ezberi bozarak sistemden rahatsızlıklarımız
ekseninde ortak olduğumuz noktalara neden bakamıyoruz?
Ayrıldığımız noktaları netleştirerek sol cephede neden dar
alanlara sıkıştırıyoruz kendimizi? Vazgeçemediğimiz şey ne?
Gelecek algılarımızın farklılığı mı bizi ayrıştırıyor
yoksa geçmişin ezberleri mi? Bütün tabiatı hatta evreni
kapsayacak bir biz algısına ulaşmamızı engelleyen nedir? Madem
hepimiz doğayı, insanları bu kadar seviyoruz neden hala öldürülen
bazı çocukların ölümlerini 'ama' sözcüğünün lanetli
referansıyla yorumluyoruz? Neyi neden yaptığımızı sormanın
vakti gelmedi mi?
Gezi süreci herkes için benzersiz bir deneyim oldu. Bu
benzersizliğin en önemli yanı yanyana olabileceğimize dair umudu
yükseltmesiydi. Bundan sonra gelişecek her siyasi hareket bu
deneyimi hesaba katarak tarihi değerlendirmek zorunda. Gezi
Parkının üzerinde gezen romantik hayaletin rüzgarını yüzümüzde
hissedebilmek için yeni bir park deneyimi beklemek zorunda
olmayabiliriz. Yukarıda doğaçlama prensipleriyle çaprazlayarak
anlatmaya çalıştığımız prensiplerin ışığında yapılacak
çalışmalar diyalog yaratmak kaygısını taşıyan hareketler için
yol gösterici olabilir. Artık büyük hikayelerin yaratımı biz
bireylerin tavırlarını değiştirdikleri anda gerçekleşme
imkanını buluyor. Çokuluslu şirketlerin verimlilik arttırımı
için kullandıkları bu yöntemler neden daha renkli bir sol
yaratmak için kullanılmasın? Dans edemediğimiz devrimin
gerçekliğine inanmıyorsak, neden dans etmeyi denemeyelim?
Birlikte kahkaha atarak en devrimci yolla birbirimizi tanımak ve
yanyana olabilmek mümkün. Bir çocuk kadar ezbersiz olabildiğimiz
zaman yürümeyi öğreneceğiz.
KORAY
TARHAN-2014
KAYNAKÇA
Argın,
Şükrü. Gezi'nin
Ufkunda:Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol.İstanbul:Agora
Kitaplığı, 2014
Frost,
Anthony and Yarrow, Ralph. Improvisation
In Drama-2nd
Edition.
New York: Palgrave, 2007
Spolin,
Viola. Improvisation
For the Theater.
Illinois: Northwestern University Press, 1999
Schmitt, Natalie Crohn. Actors
And Onlookers. Illinois: Northwestern University Press, 1990
Johnstone,
Keith.
Impro.
New York: Methuen Drama, 1996
W.J.T.
Mitchell, Taussig Michael, E.Harcourt, Bernard. İşgal
Et. İstanbul:Kolektif
Kitap, 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder