21 Ağustos 2009 Cuma

BU BİR RAPOR DEĞİLDİR

BU BİR RAPOR DEĞİLDİR

‘Doğaçlama; beden, uzam ve tüm insani kaynakları kullanarak, bir düşüncenin, durumun, karakterin (hatta belki bir metnin) tutarlı ve anlaşılır fiziksel ifadesini, tüm çevresel uyaranların etkilerini de katarak, spontan (şimdi ve burada) bir şekilde yaratmaktır. Bunun için bir doğaçlamacı gibi önyargılardan kurtulup, kendimizi sürprizlere bırakmamız gerekir.’

Anthony Frost & Ralph Yarrow- Improvisation in Drama-2007

Bu yazı bir rapor değildir. Bir yönetmenin oyuncularıyla birlikte hazırladığı gösteri üzerine aldığı notlardır.

Öncelikle yaptığımız çalışmanın daha iyi anlaşılabilmesi için kimi konuların üzerinden geçmemiz faydalı olacaktır. Oyuncularımız iki hafta sonu, toplam onaltı saatlik çalışma sonucunda 25 Şubat 2009 Çarşamba günü iki Tiyatro Sporu gösterisi sunmuştur. Tiyatro Sporu, oyunculardan oluşan takımların, belirlenmiş kimi kurallar çerçevesinde doğaçlamalar yaparak, sırayla performans sergilemeleri halinde gerçekleşen bir gösteri türüdür. Kanada’lı tiyatro adamı ve pedagog Keith Johnstone’ın yetmişli yıllarda oluşturduğu Tiyatro Sporu gösteri biçimi, modern doğaçlama tiyatro ifadesiyle uzun bir şekilde tanımlayabileceğimiz, impro sanatının gösteri biçimlerinden birine örnektir. İmpro için gösterilen milad Viola Spolin’in ellili yıllarda yaptığı çalışmalar olsa da, impro yani temel olarak seyirci karşısında doğaçlamaya dayanan gösteri biçimi ve toplulukları tiyatro tarihinin bütün sahnelerinde varlığını göstermiştir. Yazar ve yönetmenin hakimiyetlerini kurduğu konvansiyonel tiyatro, oyuncunun sanatını yönetmene ve yazara bağlı hale getirerek onu sadece anlatıcının aracı haline getirmiştir. İmpro bu durumun aksine oyuncuya insiyatif vererek sanatsal sürecin içerisinde yaratıcı bir unsur olma fırsatını verir. Oyuncu bir başına ya da aynı sahneyi paylaştığı oyuncularla beraber ‘bir düşüncenin, durumun, karakterin’ üzerine doğaçlama yaptıklarında bağlam içerisinde ortak bir algıya sahip olmalıdır. Bağlamın içerisinde kalarak ya da hissiyatta bir şok yaratmadan yeni bağlamlar yaratarak gösteriye katkı sağlayan oyuncular ortak bir yaratım sürecinde kendi bilgi ve deneyim dağarcıklarında bulunanları akıl süzgecinden geçirmeden, sadece yaratıcı sürecin coşkunluğu içerisinde bir araya getirerek çok etkili süreçler yaratma şansına sahip olurlar.

Oyuncularım Sultangazi mahallesi’nde Atatürk Çiftliği İlköğretim Okulu öğrencileriydi. Okula ilk gittiğim gün çalışma salonuna girdiğimde karşımda, serbest kıyafetle haftasonu okula gelmiş olmalarına rağmen, hazırolda bekleyen öğrenciler vardı. Çalışmaya yabancı olmalarının dışında, aşmam gereken başka bir duvar olduğunu gördüm. ‘Okul bahçesinde top oynamak yasaktır’ yazısının asılı olduğu okulda eğitim gören oyuncuların, imkanların darlığı ya da başka sebeplerden, sosyal faaliyetlerden uzak, dersler ve haftasonu kursları dışında kendilerini ifade edecek olanaklardan yoksun oldukları, anlaşılıyordu. Bu izlenim, daha sonra oyuncularımın sözleriyle bir tanıklığa dönüştü. Tanışma oyunlarından sonra, bireysel yetileri değil, ekip uyumunu temel alan küçük oyunlar, çalışmaya katılan oyuncularla büyük bir takım oluşturmamızı sağladı. Oyuncularım bireysel sorumluluğun, yargılanmanın, eleştirilmenin ağır yüklerinden kurtulmaya ve ekibin bir parçası olduklarını göstermeye başladılar. Bu süreçte ufak telkinlerde bulunarak saçmalamalarını istediğimi söyledim. Onlardan düşünülmüş, tamamlanmış, tasarlanmış hiçbirşey beklemediğimi, ancak hızlı reaksiyon göstermelerini istediğimi söyledim. Bu telkinler konsantrasyon ve refleks oyunlarıyla birleşince kısa sürede sonuç vermeye başladı. Artık bu büyük ekibin içindeki herkes rahatça riske girmeye ve çeşitli oyunlar için daha fazla gönüllü olmaya başladılar.

Yirmi kişilik oyuncu havuzumuzdan beşer kişilik küçük takımlar ortaya çıkardık. Takımlar üçüncü çalışma gününde oluştu ve çalışmalar artık ortak bir ders havasından çıkıp gösteriye hazırlanan bir tiyatronun provalarına dönüştü. Oyuncularımdan takımları içinde insiyatif kullanarak rol dağılımlarını belirlemelerini istedim. Belli kurallar çerçevesinde doğaçlama gerçekleştirilecek oyunlar gösteri sırasında bütün takım üyelerinin hünerlerini gösterebileceği bir matematik üzerine kuruluydu. Dolayısıyla bütün takım üyeleri hangi oyuna kimin çıkacağına takım performansını ve üyelerin performanslarını göz önünde tutarak karar verdiler. Benim bu konuda herhangi bir yönlendirmem olmadı. Onlardan istediğim tek şey, bütün oyunlara aynı kişilerin çıkmasının mümkün olamayacağından dolayı kendilerini ve takımlarındaki arkadaşları gözeterek dengeli bir rol dağılımı yapmalarıydı. Daha sonra takımlarına isim bulmalarını istedim. Ortaya çıkan isimler şunlardı: ‘Parlak Bücürükler’, ‘Yıldız Gemisi’, ‘Beş Kafadarlar’, ‘Çok Bilmişler’. Adı geçen takımların yapacağı Tiyatro Sporu gösterisinin afişleri yine oyuncular tarafından tasarlandı. En sonunda gösteri günü gelip çattığında salonu ve seyir yerini düzenleyen oyuncular bir tiyatral süreci baştan sona yaşamış oldular.

Oyuncular üzerlerindeki tutukluğu attıktan sonra doğaçlamaları, tavırları ve sorularıyla yönetmenlerinin de birçok şey öğrenmesini ve farketmesini sağladılar. Bölgenin ekonomik, sosyal ve politik yapısına dair birçok unsur hiç umulmadık bir şekilde altıncı, yedinci ve sekizinci sınıf öğrencileri tarafından ana hatlarıyla ortaya kondu. Bir dikkat oyunu sayesinde, ülkemizde alfabenin bile ne kadar politik bir şey olduğunu bir kez daha farkettim. Oyun esnasında, öğrencilerden alfabenin bütün harflerini kullanmalarını istediğimde; q, w, x gibi harflerin olup olmadığı sorusuyla karşılaştım. Bu sorular doğulu çocukların büyük bir çoğunluğu oluşturduğu bir ortamda büyük bir ironi meydana getiriyordu. Daha konuşmaya bile gerek yok, konuşurken hangi harfi seçtiğimiz bile dünyaya bakışımız ve kim olduğumuz konusunda ipuçları veriyor. Doğaçlamaların içerisinde ise basit gibi görünen oyunlar, çocukların yaşadığı hayatlara dair, görmek isteyen gözlere çok şey sunuyordu. Hızlıca geçecek olursak, aile içi şiddet, polisin kullandığı biber gazına maruz kalmış insanlar, ödenmemiş faturalar, taziye evleri oyuncuların doğaçlamalarında geçen konulara dair aklıma ilk gelen örnekler. Bahçede top oynamalarından bile rahatsız olduğumuz bu çocuklar aslında hayata tanık olan bireylerdi. Bu tanıklığın en billurlaşmış halleri yaptığımız gösterilerde ortaya çıktı. Üç oyuncunun kolkola girerek, kelimeleri teker teker birbirine ekledikleri ve doğaçlama bir şiir ortaya çıkardıkları ‘Üç Başlı Şair’ oyununda seyircinin verdiği yönelim doğalgaz faturasıydı. Oyuncuların bir an bile düşünmeden oluşturdukları şiir ise şöyle başladı; ‘Geçen gün bana bir fatura geldi ama ödeyemedim. Çünkü param yok. Ama para var!’. Basit, vurucu ve ironik bu şiir salonda bulunan seyirci ve oyuncuların ortak algısından süzülerek ortaya çıkmıştı. Evet, faturalarımızı paramız olmadığı için ödeyemiyoruz ama biryerlerde para var.

Ben yönetmen olarak oyuncularımın yürüyeceği yolu açmış ve onlardan birbirlerine sahip çıkarak ve destekleyerek bu yolu yürümelerini istemiştim. Onlar da bunu layıkıyla yaptıklarında ortaya herkesin ortak başarısı olan bir gösteri çıkartabileceklerini herkese gösterdiler.

Burada, oyuncularımla gösteri sonrasında yaptığım söyleşiden alıntılar yapmak istiyorum. Onların gösteriden hemen sonra söyledikleri sözler doğaçlama tiyatroya dair Türkiye’de duyduğum en doğru, en özgün sözlerdi. Üstüne üstlük eğitimle ilişkilendirilerek.

Abdullah; ‘Çok keyifliydi, heyecanlıydı. Yorucu olmasına oluyordu ama heyecanlı ve keyifli olduğu için yorgunluğumuzu attık’ sözleriyle memnuniyetini belirtirken yaratma sürecini naif bir şekilde tanımlıyordu. Hazal; ‘Kesinlikle söylediğim kelimelerin hiçbirini hatırlamıyorum çünkü bir anda söylediğim kelimeler. Doğaçlama tiyatro, normal tiyatrodan bambaşka birşey’ sözleriyle yaptığımız işin spontanlığına dikkat çekiyordu. Ertuğrul; ‘Doğaçlama tiyatroyu çok sevdim. Hiç de beynen yorulmadım çünkü tiyatroyu çok seviyordum. Tabii fiziksel olarak insan yoruluyor ama...’ derken Nimetullah; ‘İlk başta saçma da gelse, iyiydi güzeldi’ diyerek ‘Kimseyi de yemekteyiz programındaki gibi eleştirmeyeceğim çünkü herkes farklı bir nesneydi, farklı bir parçaydı. Herkesin duyguları, yetenekleri farklı olduğu için çok iyi bir şey sunduğumuzu düşünüyorum. Bu güne kadar gördüğüm en güzel oyunlardan biriydi. Tıpkı sokakta oynayan çocuklar gibi’ sözleriyle çalışma sürecini özetliyordu.

Ayşe , ‘Arkadaşlarımız buradaydı. Onlara güzel bir şov hazırladığımıza da inanıyorum. Onlar da birşeyler öğrendi, doğaçlamanın ne olduğunu öğrendi. Ben çok keyif aldım’ diyerek öğrenilen bilginin paylaşımından aldığı mutluluğu dile getiriyordu. Daha sonra, ‘Sınıflarda böyle tiyatro gösterisi yapıldığında hiçkimse çıkamıyor çünkü kendisine güvenmiyor. Burada herkes kendine güvendi artık, güvenini ortaya koydu. Demek ki başarabiliyorlar. Ben kendime güveniyordum, şimdi daha çok güveniyorum’ sözleriyle çalışmanın özgüvenlerine yaptığı olumlu etkilere dair gözlem ve deneyimlerini aktardı.

Hazal sözü yeniden aldığında, ‘Özellikle grup çalışmasını; grubumuzda bir sorun olduğu zaman, o bir kişinin değil herkesin hatası olduğunu öğrendim’ sözleriyle ekip çalışmasının en temel unsurlarından biri olan başarının olduğu kadar hatanın ve yenilginin de paylaşılması gerektiğine dikkat çekti. Dilan ise ekip çalışmasına dair görüşlerini deneyimleriyle karşılaştırarak şöyle ifade etti; ‘Şimdi bize okulda da grup çalışmaları veriyorlar ama ben genelde grup çalışmalarında pek başarılı olamıyorum. Gruptaki herkesin benimle aynı seviyede yapmalarını istiyorum. Ama burada bunun mümkün olmadığını, gruptaki herkesin kendisine uygun, kendi yeteneklerine özgü roller verilmesi gerektiğini öğrendim. Yani bu çalışmada grup çalışması ile ilgili birçok şey öğrendim’. Ayrıca Dilan ‘Ben doğaçlama tiyatroyu duydum ama ilk defa burada gördüm ve çok beğendim. Çünkü bizi zorlayacak birşey yoktu. Geldik, oyun oynadık ve eğlendik. Bu kadardı. Benim çok hoşuma gitti, keşke hiç bitmeseydi’ sözleriyle beğenisini ifade etti.

Şeyda; ‘Tiyatroda oynarken çok heyecanlandım fakat doğaçlamanın böyle birşey olduğunu hiç bilmiyordum. İnsan çalışıp da birşeyler yaparken çok karıştırıyor. En büyük örneği belki de benimdir Gazi’de. Ama doğaçlamada öyle değil. Önünüzde bir konu yok, belirli birşey yok’ diyerek spontan olmanın kaygıyı ortadan kaldırarak, yaratıcılığı tetiklediğini çok güzel ortaya koydu.

Ertuğrul söze girerek, ‘Tiyatro Sporu; bu, sokakta oynayacağımız bir oyun gibiydi ama bu bir tiyatro. Çünkü bunda sanki ‘tiyatro sporumuzu’ geliştiriyoruz. Normallerde hep rol alıyorduk, rollerle ilgili oynuyorduk, düşüncelerle ilgili. Ama bunlar oyun gibiydi’ ifadesiyle konvansiyonel tiyatro ve doğaçlama tiyatro arasındaki en önemli ayrımlardan birine, adeta kavramları deneyimleri üzerinden yaratarak, dikkat çekti. Daha sonra ise, ‘Tiyatrodan başka, burada yeni arkadaşlar edindim, öğretmenlerimizle aramızda daha kalın bir bağ oluştu’ diyerek kendi ifadeleriyle yapılan çalışmanın olumlu sosyal etkilerinden bahsetti.

Oyuncularımızın ifadelerinden yola çıkarak, çalışmamızda ne gibi sonuçlar çıktığını toparlamaya çalışalım.

Doğaçlama Tiyatro, sanatın oyun kavramının ilk anlamına çok yaklaştığı bir noktada durmaktadır. Bu nokta doğaçlama sanatının herkes tarafından deneyimlenmesini kolaylaştırmaktadır. Bu deneyimi yaşamanın en önemli koşulu ekip olmayı ve insanları sahip oldukları özelliklerle kabullenmeyi öğrenmektir. Kişi kendine güvenmeyi öğrenmeli ve etrafına güven vermelidir. Bu da hataları, başarıyı dolayısıyla sorumluluğu paylaşmayı gerektirir. Doğaçlama Tiyatro ortak amaç için olumlu tüm verileri değerlendirmeyi, olumsuzlukları da avantaja çevirmeyi öğretir. Bunun için kaygılardan arınarak, sürecin içinde aktif olmak ve hep bir sonraki adıma bakmak gerekir. Spontanlık akan zaman içinde tetikte olmayı zorunlu kılmaktadır. Hatalarımız için pişman olmak yerine, yeni durumlara kendimizi hazırlıklı tutmalıyız. Hazırladığımız monologları söylemek ya da bize dikte edilenleri koşulsuz dinlemektense demokratik diyaloglarla algımızı zenginleştirmek yaratıcılığımızı enginleştirecektir. Bunu sağlamak için de yapacağımız en basit şey karşımızdakini dinlemek olacaktır.

Oyuncularıma insiyatif vermek ve onları dinlemek eğitimini verdiğim konunun bende de billurlaşmasına olanak sağladı. Fikir alışverişi, atölyeyi kupkuru bir temsil çalışmasından öte tam anlamıyla sanatsal bir ekip çalışması haline getirdi.

Özgürlük hissiyle bir araya gelen bireyler, birbirleri üzerinde iktidar yaratmadan ekip olmayı başardıklarında yenilgi ya da hata diye birşeye yer yoktur. Doğada hatanın olmaması onun organikliğinden gelir ki herşey birbiriyle bağlantılıdır. Doğayı hatalı hale getiren ona dışarıdan müdahale ederek kusursuzlaştırmaya çalışan insanoğlunun ta kendisidir. Bizler de üzerlerinde iktidar kurduğumuzu sandığımız ve onları birtakım yollara ve disipline sokmaya çalıştığımız çocuklarımızın hatalarının sorumlularıyız. Oysa her çocuk seçim şansı verildiğinde ya da yeteneklerini kaygının olmadığı bir ortamda geliştirme şansı yakaladığında bütün risklerden uzaklaşarak kendinin ve etrafının farkında olan bir birey olma potansiyeline sahiptir.

Son olarak bir yönetmen, bir lider ya da bir çalışma arkadaşları olarak bu çalışmaya emeklerini koyan, SBS’lerden ve benzeri tüm işkencelerden arta kalan değerli zamanlarını benimle paylaşan tüm Atatürk Çiftliği İlköğretim Okulu öğrencileri ve rehber öğretmenleri Derya Demirtaş’a minnettar olduğumu belirtmek istiyorum.

Koray Tarhan

Haziran 2009