10 Mayıs 2015 Pazar

KAPİTALİZMİN BAHÇESİNDEN İNSANLIĞIN ORMANINA

Devasa Bir Doğaçlama Performans Olarak Gezi Direnişi


‘Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’. Karl Marks’ın nereden alıntılandığını bilmediğim bu sözü Gezi Parkı direnişinde bolca görüldü ve hissedildi. Olan bitenin en billur ifadesi. Kapitalizmin herşeyi alınıp satılabilir kılan ruhunun Kızılderili atasözü kıvamında bir bilgelikle harmanlanmış sloganvari tarifi. Marks Paris Komününden beri aynı.

Ağaçların gölgelerine değil de köklerinin olduğu alana ihtiyaç duyan ‘İnşaat Ya Resulullah’ gazını almış ihaleci Akp zihniyetinin dozerlerinin Gezi Parkı’na girmesi herkesi ayağa kaldırdı. Ya elleriyle isyan etmek için ya da palalarıyla biat etmek için. İsyan edenlerden ölenler oldu, biat edenler destan yazdı.

Neresinden nasıl bakarsak bakalım Gezi Direnişi sadece ülkeye değil bütün dünyaya ilham vermeye devam ediyor ve edecek. Hükmedenlerin işlerine bakanların bedenleri toprağa karıştıktan, isimleri belleklerden silindikten sonra bile insanlığa ilham vermeye devam edecek olan bu tarihi süreci yaşayan herkes gibi, dudak büzmeden, ‘benim de söyleyeceklerim var’ diyerek yazıya başlıyorum.

Üç beş ağaç için toplanan sekiz on kişiyi duyduktan sonra neler oluyor diye Gezi Parkı’na gittiğimde havada mutlu valinin bahsettiği ıhlamur kokusundan farklı bir koku vardı. Daha sonrasında bütün ülkeye hatta Brezilya’ya ve dünyanın başka yerlerine sirayet eden bu koku özgürlüğe aç olanların iştahını kabarttı. Kapitalizmin bencil iştahından farklı olarak bu iştah hayatı paylaşmanın tadına olan iştahdı. Kuru kentin ortasında bir demet maydanoz kadar kalmış Gezi Parkı bütün ezilenlere kendilerine sunulandan farklı olanı talep etme cesaretini verdi ki malumunuz maydanoz iştah açar. Her bitkinin doğada vahşi ataları vardır ama sofralarımıza gelen maydanoz bahçelerde yetişir. İşte tam da bu noktada orman ve bahçe farkına dikkat çekmek isterim. Zira asıl gelmek istediğim yerden, insanın doğaçlama yetisinin ona kendi öz varoluşunu yeniden kazandıran yapısından dem vurabileyim. Bunu yaparken de biraz orman havası alalım.

Bir kere orman çeşitli ağaçları, çalıları, otsu bitkileri, mantarları, mikroorganizmaları ve hayvanlarıyla bir bütündür. Hepsi toprağın çocuklarıdır. Dengelidirler. Onları bir arada tutan da bu dengedir. Bu denge içinde özgürlük vardır. Dışarıdan bir tahakkümü kabul etmez, direnir. Direnemediği yerde küser, ölür ama varlığını tekrar ortaya çıkacağı güne kadar toprağın altına gizler. Orman kanunu ibaresi bizi doğamızdan uzaklaştıran ve yabancılaştıran bir yanlış anlamadan ibarettir. Orman kanunu denen kanun, anlaşılan haliyle sadece insanlar arasında mevcuttur. Kedilere ‘nankör’ yakıştırmasını yapan bencil insan nitelemelerinden farksızdır. Bahçe ise insanın çeşitli faydalar gözettiği tahakküm alanıdır. Bahçe, seçilmiş bitkilerin arzulanan armoniyi yakalaması için zapturapt altına alındığı yerdir. Bu alanda ayrık otlarına, bozguncu hayvanlara yer yoktur. Bu bahçe ürün almak içinse orada ancak organik arılar varolabilir ki aslında köle olduklarının farkında bile değildirler. Orman kendi besinini kendi üretir. Ormanda yaşayan her canlı hayattayken ormanı besler ve öldükten sonra neyi var neyi yoksa ormana bırakır. Bahçedeki bitkiler ise dışarıdan düzenli beslenmeye ihtiyaç duyarlar. Bahçenin efendisi potasyumu az verirse bitkilerin yaprak uçları kavrulur, sararır, sapları zayıflar. Bakır eksikse bitkilerin renkleri ağarır. Azot yetersizse yaprak uçları kahverengi olur. Bahçe hep tehdit altındadır, etrafı çitle çevrilmeli, üzerine titrenmelidir. Herşey yolunda giderken bile kırılgandır. Saksıdaki bitkiden bahsetmiyorum bile. O yapayalnızdır. Onunla konuşmamız bize sadece kendi sefil yalnızlığımızı gösterir. O stüdyo dairede yaşayan kent yalnızıdır.

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır misali farklı kültürlerin bahçe ya da düzenlenmiş doğa tasarımlarındaki farklar bize o kültürlerin insana ve dünyaya yaklaşımlarına dair ipuçları verebilir mi? Dünyaca ünlü Japon bahçelerindeki minimal ahenk o bahçenin mutlak efendisi yokken ne kadar dayanabilir? Ya da o efendi yokken bahçe unsurları kendi dengelerini nasıl bulur? Berlin’de dünyanın dört bir yanından toplanan bitkilerle oluşturulmuş Botanik Bahçesi bize otuzlu yılların bütün dünyayı ilgilendiren Alman Nazi İdeolojisi hakkında fikir verebilir mi? O Alman ideolojisi ki Brandenburg yakınlarındaki Zernikow bölgesinde Hitler’in doğum günü şerefine çam ormanlarının içine ağaçlardan bir gamalı haç yerleştirmiştir. Her bahar ve sonbahar aylarında yaprakların renklerindeki değişimle birlikte gökyüzünden görülebilen devasa bir gamalı haç ortaya çıkar. Hala varlığını sürdüren bu ‘eser’ doğanın ellerinde yıllar içinde tahrip olmuştur. Yavaş yavaş yok olmaktadır. Aslında orman kendi işine bakmaktadır, sembollerle işi yoktur.




Ama biz sembollerle yaşıyoruz. Tarihimiz 31 Mayıs günü gibi sembol günlerle dolu. Bir Haziran tarihi zaten yıllar öncesinden Turgut Uyar’ın bize hediyesiymiş fark edememişiz. İşte bu tarihten sonra tanık olduğum ve içinde yer aldığım onbeş günde Gezi Parkında ve o ruhun yaşadığı heryerde baktığım yerden ne gördüğümü toparlamaya çalışacağım. ‘Bozuk paraların ve sivilcelerin insanı’ nasıl oldu da küçücük bir parkta insanlığın ormanını yarattı? Barikatlar kurulduktan sonra içerde ve dışarıda neler oldu? Ne yaptık biz? O büyülü zamanlar neden büyülüydü? İşten, okuldan eve giderken herkesi ve herşeyi tehdit olarak algılarken nasıl oldu da düşeni kaldırmak için kim olduğuna bakmadan elimizi uzattık? Yiyecek, içecek ya da barikat için öteberi nasıl oldu da elden ele taşındı ve o maydanoz kadar parkta koca bir insanlık ormanı nasıl yeşerdi?

Kapitalist kent yaşamı sermayenin bahçeleridir, diyerek fiyakalı bir iddia atalım ortaya. Her çalışan, en iyi ihtimalle çalıştığı sürece sigortalıdır. Sigorta primi maaşından kesilir. Bizimki gibi güdük ekonomisi olan ülkelerde -ve aslında kapitalizmin heryerde olmak istediği gibi- sigortasız, neredeyse karın tokluğuna çalıştırılanların sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Gıda firmalarının sattığı zehirli besinlerle hasta edilen kent insanı, ilaç sektörünün on yılda bir değişen ilaçlarıyla semptomlardan kurtarılır. Sigortalı olmamak, düzenli bir işte çalışmıyor olmak potasyum eksikliğinin bahçedeki bitkiye yaptığını yapar adama, kavurur, sarartır, köklerinden kopartır. Bizi ancak hayatta tutmaya ve şükretmeye yetecek kadar parayı kazanıyorsak şanslıyız. Bu bakımdan hepimiz aslında bonsai ağacı olmak yolundayız. Bonsai ağacı yaşam olanakları olabildiğince kısıtlanarak hayatta tutulan ağaçların binbir ihtimamla güzelleştirilmesiyle ortaya çıkar. Ama bizi güzelleştirmek kimsenin umrunda değil, güzelleşmek istiyorsan parasını vereceksin. Belki de bu yüzden çocuklarımız bonsai gübresi olarak kullanılan sentetik uyuşturucularla ‘güzelleşerek’ zehirleniyordur.

Kapitalist düzen içinde eğitilmek, çalışmak, askere gitmek, sistemin istemediği fikirleri üretmeyecek bir beyin yapısına sahip olmak gibi birtakım standartlara sahip olmak zorundayız. Bu standartlar ülkenin kalkınma politikası ne ise ona göre şekillenir. Amerikan eğitim sistemi, Yuri Gagarin ilk insanlı uzay yolculuğunu yaptıktan sonra tamamen değişmişti. O yıllara kadar edebiyat, müzik, sanat üzerine dersler görece dengeli bir şekilde eğitim sisteminin içinde yer alırken sonrasında tamamen pozitif bilimlere ağırlık veren bir sisteme dönüştü. Son yıllarda eğitim uzmanları bunun uzun vadede ülke insanına büyük zararlar verdiğini itiraf eder haldeler. Eğitim sistemi gözden geçirilmekte, sanat ve kültür etkinlikleri kamplar ya da özel programlarla gençlere ulaştırılmaya çalışılmakta. Sanattan, yaratıcı düşünceden, protesto bilincinden ve olanağından yoksun kalan Amerikalı gençler ise ailelerin silahlarıyla okullarda ya da sosyal mekanlarda katliamlara imza atmaktalar. Gençlerin içinde biriken ve anlamlandıramadıkları bunalım, kendilerine sağlıklı olmayan kimlikler kazandıran, şiddet olaylarını ortaya çıkarmaya başladı. Kendi sınırlarında uzun yıllar savaş olmamasıyla övünen Amerikan halkı birbirini öldürmeye başladı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yirmi küsür yılın sonunda dünyanın etkili süper güçlerinden birine dönüşen Rusya’da da ikibinondört yılının Şubat ayında bir öğretmenin ve bir öğrencinin öldüğü bir saldırı gerçekleşti. Katilin aynı okulda öğrenci olduğu bu katliamın ardından ülkenin lideri Putin; "Yeni nesli sanatsal açıdan zengin yetiştirmek gerek. Tiyatro, müzik ve sanatı anlayan ve değer veren gençler yetiştirmeliyiz. Eğer biz bunu zorunlu hale getirseydik, belki de bugünkü trajedi yaşanmayacaktı" sözlerini sarfetti. Bunların yanına kefenlere sarınıp havaalanlarına bedava gidenleri, palayla sokakta duyarlılık sergileyenleri, onbeş derecelik havada beyaz bereyle saatlerce dikilen polisleri, tablet bilgisayar kazanma umuduyla kıldığı rekat sayısının kaydı tutulanları koymak bahçemizin durumuyla ilgili sanırım ufak bir tablo ortaya koyacaktır. Paranızın çokluğuna göre bahçeniz şekilleniyor. Bir de mandolin korolarının olduğu siyah beyaz okul resimlerini, müzik odaları, tiyatro salonları olan devlet okullarını hatırlatmak isterim. Köy Enstitüleri nostaljisine girmiyorum bile.

Çocukları ve gençleri şekillendirdiğimiz eğitim sistemi dışında bir de yetişkinlere dönük eğitim çalışmalarından bahsetmek istiyorum. Şirketlerin karını arttırmak için çalışanlarına zorunlu olarak aldırdıkları eğitimler genelde; özgüven, takım ruhu, yaratıcılık, insiyatif alma, etkili iletişim gibi çeşitli konuları kapsar. Bunların yanında parasını kendimiz ödeyerek katıldığımız birtakım sosyal aktivitelerle kent yaşamı içinde nefes almaya, terapötik etkinliklerle kendi öz varlığımızla yeniden karşılaşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Yeterince cesaretimiz varsa bunalımlarımızı aşmak için psikologlara başvuruyoruz ya da imkanlarımızın yettiğince birtakım şeylerle uyuşmayı seçiyoruz. Kısaca Freud’un dediği gibi uygarlığın bedelini nevrozla ödüyoruz. Kök salıp, gelişebileceğimiz bir insanlık ormanının yokluğunda kendi bahçemize birtakım ilaçlar zerk etmeye çalışıyoruz. Biraz rahatlayıp yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.

İnsan yediği şeye benzermiş. Kendi tohumunu üretmesi yasaklanan tarım üreticileri uluslararası şirketlerin sattığı hastalıklı tohumlarla üretim yapmak zorunda bırakılıyor ve sonra aynı şirketlerin ortak olduğu tarımsal ilaçlarla tarlasındaki ürünü garantiye almak zorunda bırakılıyor. Çocuklarımızı okullara gönderiyoruz, dahiyane sistemlerle hastalanan çocuklarımıza ne olduğuna şaşırıyor onları iyi edebilmek için tonla para saçıyoruz. Altından kalkamadığımız hayal kırıklıklarıyla boğuşuyoruz. Aslına bakarsak biz de aynı tarlanın ürünüyüz ve bizden çıkan şeye bakarak şaşırma hakkını nereden buluyoruz anlamıyorum.

Eğitim sistemi üzerine söylenecek çok söz var. Bunu burada kesip başta söz verdiğimiz doğaçlama konusuna doğru çark etmek istiyorum. Zira doğaçlamanın sadece oyuncunun okulda ya da role hazırlık evresinde kullandığı, olmasa da olur bir külfet olarak algılandığı ülkemizde, okuyucunun ilgisini uyandırmak ve doğaçlamanın hayatla bağlantısına dikkat çekmek için bahçe ve orman havası almamızın iyi geleceğini umuyorum. Her neyse.

İkibinönüç yılının Ekim ayında Apllied Improvisation Network’ün davetiyle Berlin konferansında yaptığımız ‘#occupygezi, a huge improv experience’ başlıklı sunumun izleğinde meramımı anlatmak isterim.

Doğaçlama prensipleri üzerine yazıp çizmeden önce doğaçlamanın net bir tanımına ihtiyacımız var. Kavram birçok kişi tarafından tanımlanmış. Bu tanımlara çeşitli kaynaklardan ulaşmak mümkün. Benim alıntılamak istediğim tanım, üzerine kafa yoracağımız konu açısından kanımca en net olanı;

Doğaçlama; beden, uzam ve tüm insani kaynakları kullanarak, bir düşüncenin, durumun, karakterin (hatta belki bir metnin) tutarlı ve anlaşılır fiziksel ifadesini, tüm çevresel uyaranların etkilerini de katarak, spontan (şimdi ve burada) bir şekilde yaratmaktır. Bunun için bir doğaçlamacı gibi önyargılardan kurtulup, kendimizi sürprizlere bırakmamız gerekir. ( Anthony Frost, Ralph Yarrow Improvisation in Drama, 4).

Yukarıdaki tanımda anlatıldığı gibi sanatsal yaratımı, sahneyi hatta tüm uzamı paylaştığımız katılımcıları hesaba katarak birlikte, anında, doğaçlamayla gerçekleştirebilmek için birtakım prensipleri içselleştirmemiz gerek. Hiçbir ön hazırlık yapmadan anlamlı bütünler oluşturabilmek için kurallara değil ama birtakım prensiplere ihtiyacımız var. Bu prensipleri hem sanatsal performans hem de Gezi sürecinde yaşananlar açısından paralel bir değerlendirmesine dikkati çekmek istiyorum. Bu prensiplere girmeden önce de bu prensiplerin gerçekleştirilebileceği kuralsız alanın nasıl oluştuğunun izini sürmeye niyetliyim.

KURALSIZ ALAN


Lidere biat kültürünün şiddete meylinden, Gezi’nin lider motifi barındırmayan ‘şedit şevk anlarıyla’ dolu ritüelistik sürecinin tespitini iki ayrı ‘Occupy’ hareketi üzerine yazılmış, Michael Taussig’in O Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım ve Şükrü Argın’ın Gezi’nin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol isimli makale-kitaplarında görmek mümkün. Her ikisi de Walter Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’ argümanına dikkat çekerek Wall Street ve Gezi sürecini anlamaya çalışır. Taussig Zucotti Park’daki gözlemlerinden bahsederken şu satırları yazar;

Yanında daha yaşlı kadınlar şezlonglara kurulmuş, direnişi yaklaşan kışa hazırlamak için kazak örüyorlar. Dünya kadar zamanları var; çünkü zamanı mesken tuttular ve zaman ilerlemiyor artık. Tarihe, anaerkilliğe referans vermeye ihtiyaçları yok. Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’ dediği zamanda, devrim anının yoğunluğunda yaşıyorlar. (Taussig, O Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım, 2013)

Şükrü Argın ise Gezi sürecini ve sonrasını anlamak için iki temel soruya dikkat çekerken Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’ kavramını şöyle ödünç alır;

Gezi aşıldığında mevcut gidişatın kirinden pasından arınıp tazeleneceği bir normalleşme vaadi mi içermektedir, yoksa Walter Benjamin’in ‘şimdinin zamanı’ dediği türden, şu tarihin akışını durduran ‘otantik an’lardan birine mi delalettir? (Argın, Gezinin Ufkundan: Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol, 12)

‘Şimdinin Zamanı’ Wall Street işgalinde de, Gezi işgalinde de benzer ritüelistik süreçleri deneyimlememize fırsat verdi. Taussig de, Argın da bu kavramın ardından işgal eylemlerinin karnavalesk ve ritüelistik hallerine dikkat çeker. Taussig bu tespitini şöyle ifade eder;

Neden sihirli? Çünkü dini bir havası var. Belki Afrika’ya özgü bir şeyler dönüyor burada; şamanın kelimelerini tekrarlayan dinleyiciler. Biz çoğuluz. Birlikte duyuyoruz. Birlikte tekrarlıyoruz. (Taussig, 57)

Argın ise ‘Olay’ın ne olduğunu değil, ‘Olay’da ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya’ çalışırken ilk olarak karnaval kavramına dikkat çeker. Argın Bahtin’den referansla karnaval tespitini şöyle açar;

Bahtin sayesinde biliyoruz ki, ‘karnaval, halkın gülmeye dayanarak örgütlenen ikinci hayatıdır. Şenlikli hayattır. Yine Bahtin sayesinde biliyoruz ki, ‘karnavalesk kalabalık, salt bir kalabalık değildir. Bu, bir bütün olarak halktır; ancak halkın yöntemleriyle örgütlenmiş halidir; yani halkın yöntemleriyle.... Bu bütün içinde tek tek bedenler, belirli bir ölçüye kadar kendileri olmamaya başlarlar; yani bedenlerin takasının, yenilenmesinin mümkün olduğu söylenebilir (kostüm ve mask değiştirmek suretiyle).... Gezi’de işte tam da bu türden ‘karnavalesk’ bir kalabalığa şahit olduğumuzu söyleyebiliriz, sanıyorum. (Argın, xviii)
Bu noktada her daim şimdi ve burada olmayı gerektiren doğaçlama tiyatro pratiğinin öncüsü Viola Spolin’in sözlerine dikkati çekmek istiyorum. Yıllarca işçi sınıfından göçmenlerle çalışmalarını yürüten doğaçlama tiyatronun ‘babaannesi’ Spolin asıl amacını ve doğaçlamanın insanlar üzerindeki asıl etkisini şöyle ifade eder;

Spontanite sayesinde kendimizi yeniden şekillendiririz. Spontanite bizi, düşünce kaynaklarımızdan devraldığımız çerçevelerden, eski bilgiler ve gerçeklerle tıkanmış belleğimizden, sindirilmemiş teorilerden ve başka insanların bulduğu tekniklerden bizi özgürleştirirken bir patlama etkisi yaratır. Spontanite gerçeklikle karşılaştığımız, onu araştırıp bir tavır alma sürecinde bireysel özgürlüğümüzü kazandığımız anı ifade eder. Benliğimizin dağınık küçük parçaları, bu anda organik bir bütünlük halinde çalışır. Bu an; yaratıcı ifadeyi, deneyimleyerek keşfetme anıdır. (Improvisation For Theater, 4)

Yaratıcı anın deneyimlendiği ve organik bir bütünlüğe doğru yol almamızı sağlayan özgürleşme anlarının toplamı olan doğaçlamayı Victor Turner’ın argümanları ekseninde inceleyen Brad Fortier, Doğaçlama Tiyatro’da Ritüel ve Komünyon adlı makalesinde Turner’ın ritüelleri anlamamız için ortaya attığı komunitas ve liminalite kavramlarını şöyle açar;

Turner komunitasın büyük toplumsal eşitlik, dayanışma ve beraberlik duygularını taşıyan hassas toplumsal ruh olduğunu öne sürdü. Komunitas, liminaliteyi birlikte deneyimleyen insanların karakteristiğidir. (Turner, 1982) Liminalite Turner’a göre düşünce, özfarkındalık ve davranışsal sınırların genleşmesiyle oluşan ve yeni bir şeylere yol açılmasını sağlayan geçiş sürecidir. (Turner, 1982) Liminal ise aynı zamanda zamanı ve mekanı gösterir. Bu kavram bir olaya ya da mekana aynı zamanda uygulanabilir. Bunun sebebi zaman/mekan’ı normal kurallardan, tipik sosyal ve kültürel gidişatın içindeki adetlerden ayıran sınırlanma hissidir. Birçok kültürdeki çeşitli ritüellere katılan ya da maruz kalan insanlar ritüel süresince sosyal normları tersine çevirme ya da kuralları çiğneme konusunda izinlidirler ve hatta teşvik edilirler. (Bell 1997, Turner 1982)


Brecht’ten Freire ve Ranciere’ye, Boal’den Spolin ve Johnstone’a sanatsal veya eğitimsel süreci katılımcı hale getirmeyi amaçlayan birçok yaklaşımda yukarıda belirtilen kavramların izini bulmak mümkün. Yaratıcı bütünlük ancak öğreten adamın mutlak olanı işaret etmesinin aksine belki de bir kişide cisimleşmesi bile gerekmeyen birlikte keşfe yapılan çağrıda gizlidir. Bir de bu çağrının şenlikli örgütlenmesi ‘somut ve duygusal’ olmayı başardığında sürecin bütünleştiriciliği garanti altına alınır. Hiçkimse çemberin dışında kalmaz. Herkes hep birlikte, şimdi ve buradadır. Doğaçlama performans anında izleyici katılımcıya dönüşür. Performans alanı ve seyir yeri ayrımları ortadan kalkmaya başlar. Performansı gerçekleştirenler arasındaki hiyerarşik örgütlenme anlamını yitirirken her türlü yaratıcı edim kabul edilir. Ulaşılacak sonucun performans kaygısı ortadan kalkarken oradan boşalan yeri süreci belirsizlikle ilerleten yaşam enerjisi doldurur.

Gezi benzeri hareketleri mercek altına alan kimi yaklaşımlarda süreci sivil itaatsizlikten öte, siyasi itaatsizlik kavramıyla anlamaya çalışmanın da burada önemli olduğunu düşünüyorum. ‘Occupy yeni bir siyasi angajman, yeni bir siyaset biçimi yarattı’ diyen Bernard E. Harcourt sivil itaatsizliği şöyle tanımlar; ‘Sivil İtaatsizlik, yasa koyucu kurumları ya da yönetim yapısını yerinden etmeyi değil, var olan yasaların adaletsizliğini gözler önüne sererek yasaları değiştirmeyi amaçlar’. Öte yandan Harcourt anlamaya çalıştığımız hareketlerin Siyasi İtaatsizlik örnekleri olduğunu şöyle açıklar;

Siyasi İtaatsizlik ise (sivil itaatsizliğin) tersine, yönetilme biçimimizin ta kendisine direnir. ‘Yasaya en büyük saygıyı gösterme’ fikrini reddeder. Hukuki ve siyasi sistemin yaptırımlarını isteyerek kabul etmeyi reddeder. Siyasi yönetimin ve hukuk uygulamalarının geleneksel biçimlerine meydan okur. Bizi yöneten siyasi kurum ve kişilere sırtını döner. (Harcourt, Siyasi İtaatsizlik, 69)

Gezi sürecinde başbakan sık sık birtakım siyasi oluşumları sorumlu tuttu, hedef gösterdi. Çok çeşitli bir siyasi yelpazeden insanların bir araya geldiği direniş sürecinde ana muhalefet partisi başkanı bile ‘buradaki kitle bizi de istemiyor’ gibisinden açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Park’ta ve sokaklarda ‘Bu bir halk hareketidir, parti mitingi değildir’ yazan pankartlara ya da duvar yazılarına rastlamak mümkündü. Tuhaf bir ‘biz’ olma hali heryerde hissediliyordu. Yakın zamanda uygulamaya sokulan alkol yasaklarına karşı ‘şerefine tayyip’ sloganlarıyla sokaklarda bira içenler, kandil gecesi saygısızlık etmemek için parkta alkol tüketmiyordu. Sol örgütler, Antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken onların güvenliklerini sağlıyordu. Bizzat tanık olduğum bir olayda Sırrı Süreyya Önder Firuzağa’da idi. 1 Haziran günü öğle saatlerinde polisin gaz, cop ve tomayla saldırısı olanca şiddetiyle devam ediyordu. Sırrı Süreyya kalabalığın içinden geçerken herkes alkışlamaya başladı. Üstlerinde Türk bayrakları bulunan iki kişi de şevkle alkışlıyordu. Biri diğerine ‘abi alkışlıyoz ama bu kim biliyorsun değil mi?’ diye sordu. Yanındaki ‘biliyorum,..., da başka adam gibi laf eden mi var, herif sağlam adammış’ gibisinden bir karşılık verdi ve birlikte daha kuvvetli alkışlamaya devam ettiler. Lice’de indirilen bayrak provokasyonuyla yeniden inşa edilen ezberin Gezi sürecinde kırıldığını ya da en azından sorgulanma potansiyeline sahip olduğunu gördüm. Twitter’da otuz yıldır Güneydoğu’dan haber veren medyanın Gezi sürecinde penguen belgeseli veren zihinle yönetildiğine dair sorgulamaları görmek de mümkündü. Hatta bu ezberin kırıldığı anlar, her ne kadar ara ara tartışmalara neden olsa da, hertarafta Atatürk resimleri varken parkın etrafında birçok devrimci liderin resmi olduğu gibi Apo’nun resimlerinin de kendisine yer bulabilmesinde gizliydi. Halkların Demokratik Kongresi İstklal Caddesinde yürüyüş yaparken Küçükparmakkapı Sokakta TGB ‘Mustafa Kemal’in Askerleriyiz’ sloganını atabiliyordu. Herkes kendi inancına sıkı sıkı sarılırken bir ötekiyle şok edici bir beraberliği yaşayabiliyordu. Gezi’yi en özel kılan özelliklerden biri farklılıkları bir arada barındırmasıyken dağılmadan sonra sönümlenmesine neden olan da bu farklılıkların birlikteliğinin ezberlerle bozulmasıydı. Gezi’nin en ikonik görsellerinden biri ise üç farklı siyasetin elele aynı kare içine girdiği fotoğraftı. İnsanlar birtakım liderlerin resimlerini taşıyarak, birtakım ideolojilerle alana geliyordu ama her nasılsa o temsil yetkisi verilmiş politik yapıların temel argümalarının dışında, hatta ötekileştirdiği birtakım odaklarla, işbirliğine gidebiliyorlardı. Parkın değişik noktalarında gerçekleşen forumlarda farklı politik geleneklerden gelenler karşı karşıya kaldıkları sorunlara ve ötesine dair tartışmalar gerçekleştiriyordu. Her forumda belirlenen eğilimler diğer forumların sonuçlarıyla biraraya getiriliyor ve süreç ilerletiliyordu. Bu hiçkimsenin alışık olmadığı bir politik tavrın kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlıyordu. O zamana kadar karar alma ve uygulama insiyatifini devretmeye alışmış bireyler devrimci bir biçimle karşı karşıya kalmışlardı. Fikir beyan ediyorlar, farklı fikirleri dinliyorlardı. Bu tek boyutlu bir politik hareketin iç toplantılarından fersah fersah ötede bir çeşitliliği beraberinde getirdi. İktidar için en korkutucu olan da buydu. Belki de Gezi Parkı’na sürpriz denebilecek yüksek bir şiddetle saldırılmasının sebebi de buydu. Öte yandan forumların İstanbul’un ve ülkenin değişik parklarında yeniden örgütlenmesine neden olan, işgal evleriyle süreci devam ettirme enerjisini veren de bu alternatif oluş haliydi. Gezi Ruhu denen şeyin özündeki en önemli noktalardan birini, politikayı sandık cenderesinden ve temsiliyeti devretme alışkanlığından kurtulmaya davet etmesinde görüyorum. Bu anlamda Turner’ın ritüelleri mercek altına altına alarak ortaya attığı, ‘düşünce, özfarkındalık ve davranışsal sınırların genleşmesiyle oluşan ve yeni bir şeylere yol açılmasını sağlayan geçiş süreci’ olarak nitelediği liminalite kavramının yansımalarına Gezi direnişinin heryerinde rastlamak mümkündü. Liminaliteyi birlikte deneyimleyen insanların oluştırduğu büyük kitlenin de ritüellerdeki gibi ‘büyük toplumsal eşitlik, dayanışma ve beraberlik duygularını taşıyan hassas toplumsal ruh’ olarak ifade edilen komunitası oluşturması belki de Gezi Ruhu denen şeyi en iyi açıklayan kavramdır sanırım.

Gelelim bütün bu olanların sanatta, özelde de tiyatrodaki yansımalarına. Bu ‘siyasi itaatsizlik’ argümanı politikaya biçimsel ve bunun doğrultusunda özde devrimci nitelik kazandırıyor. Tiyatroda da benzer bir sorgulama süreciyle tespitlerde bulunan ve hareket eden yaklaşımların izlerini Ahmet Güngören’in Levi-Strauss üzerine denemelerini yayımladığı Dil ve Büyü isimli çalışmasında sürebiliriz. Güngören Antropos’un Sanatı/Sanatın Antropolojisi isimli yedinci denemesinde Claude Levi-Strauss’la yapılan bir söyleşide, Levi-Strauss’un Becket üzerine sorulan soruya verdiği yanıtı şöyle aktarır;

Tiyatro tartışmasına giremem, çok özür dilerim ama tiyatroya allerjim var. Elimde değil, tiyatroya ne zaman gitsem, kulağımı döşemeye dayayıp beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen bir konuşmaya kulak misafiri oluyormuşum gibi geliyor. (Güngören, Dil ve Büyü, 116)

Ardından ‘tiyatro dünya görüşümüzdeki basmakalıp düşünceleri, sıradan duyguları, klişeleri, önyargıları parçalamalıdır’ diyen Grotowski’yle devam eder Güngören. Batılı tarzda tiyatro yapılanmasının tek tiyatro biçimi olarak algılanmasını arızalı bulan tiyatro adamlarından örnekler verdikten sonra Levi-Strauss’tan Grotowski’ye tiyatro örgütlenmesindeki sıkıntıyı ve çözümü şöyle özetler:

Levi-Strauss’u kulak misafirliği hissiyle tedirgin eden, Grotowski’ye ise isyan ettiren klasik tiyatro, oyun sanatının, yeryüzünün görece küçük bir bölümünde ve oldukça sınırlı bir dönemde ortaya çıkmış bir tezahüründen başka birşey değildir. ‘İtalyan Sahnesi’ adı verilen bir mekanda, karanlıkta edilginleştirilip susturulmuş seyircilere kendini dramatik sanatların en yüce şekli olarak dayatmaya kalkışması ise hüsn’ü kuruntudan öteye geçmez. Grotowski’ye göre, eğer Batı tiyatrosu varlığını anlam taşıyan bir biçimde sürdürmek istiyorsa, yeryüzünün farklı kültürlerindeki, çeşit çeşit gösteri sanatlarının kendi uygarlığına has özel bir türü olduğunu içine sindirip kendi antropolojik özünü sorgulamalıdır. Bu sorgulama- sinema ve TV ile rekabete girme, ticarileşme gibi kaygılarını aşıp bu rakiplerin sahip olmadığı hakikiliğine, yani oynayanlarla izleyenlerin, canlı organizmalar olarak, karşılıklı etkileşimde bulunduğu- kendi mitsel ve ritüel köklerine kavuşturulabilir. O zaman, tüm mitlerle bilinç ışığında yüzleşip onları yeni sanat yapıtlarına dönüştüren, laik ve modern bir kutsal ayin ya da ritüel görkemiyle yeniden doğabilir. (Güngören, Dil ve Büyü, 119)

Doğaçlama Tiyatro da sanayi devriminden sonra billurlaşan adeta bir makina gibi örgütlenen klasik tiyatronun yazar, yönetmen, dramaturg, oyuncu, müzisyen gibi unsurlarının hiyerarşik yapılanmasının ötesinde bir yapılanma sunar. Bir yazarın yazdığı metnin, o metinden adeta bir parti lideri gibi mutlak söylemler üretmeye çalışan yönetmenin, metni belirlenen söylem doğrultusunda eğip büken dramaturgun, en nihayetinde bireysel yaratıcı özünü metin ve yönetmen bağlamında sınırlayan, bir anlamda insiyatifini yönetmenin insafına devreden oyuncunun ve çoğu zaman bir fon olmaktan kurtulamayan müzisyenin oluşturduğu klasik tiyatro örgütlenmesinin dışında bir tiyatro örgütlenmesinden bahsediyorum. Adorno’nun merkeze eşit uzaklıkta parçalardan oluşan bütününü, örgütlenme biçimine de yansıtan yeni bir tiyatro biçiminden bahsediyorum. Güç ilişkileri yaratmadan, özgür sanatsal üretim biçiminin peşine düşen, Ranciere’nin klasik öğretmen-öğrenci ilişkisinde tespit ettiği ve tiyatro-seyirci ilişkisine adapte ettiği o aşılmaz ‘cehalet boşluğu’nun ortadan kalktığı, insanları birbirine bağlayan ‘kolektif bilinçdışının’ riskli sanatsal üretimlere davet eden evrensel özünden bahsediyorum. Hikayelerin ‘kahramanın sonsuz yolculuğunun’ izinde yeniden yeniden yaratıldığı sanatsal süreçten bahsediyorum. Bu süreç, içinde bulunduğumuz sanatsal hiyerarşileri sorgulamadan mümkün olamayacak. Metnin ve yönetmenin mutlaklığının sorgulanmadığı tiyatral süreçlerin içinde, insiyatif almaktan çekinen sanatçı Gezi gibi direnişleri ancak dışarıdan belirlenmiş mizansenlerle ‘destekleyebilir’. Sürecin gerçekten içinde var olabilmesi için kendi sanatının örgütlenme biçimini de sorgulaması gerekmektedir. Doğaçlama Tiyatro herşeyden önce herkesin yaratıcı katkısına açık olması itibariyle bu sürecin bizatihi kendisini her daim yeniden yaratır. Belirlenmiş bir söylem yoktur. O anda orada bulunan katılımcıların, sanatçıların her ne disiplinden olurlarsa olsunlar, özgür yaratımlarına açıktır. Bazen bir oyuncu, bazen bir ressam, bazen bir müzisyen ya da bir katılımcı-seyirci hikayenin başlangıç ilhamını ortaya atabilir ya da süreç içinde belirleyici müdahalelerde bulunabilir. Üstüne üstlük bütün bu olanlar tiyatronun ilk çıktığı yerde ‘oyun’da vücut bulur.

Pekala, bu ezberlenmiş ilişkilerden ve kodlardan uzaklaştığımız sanatsal alanda kendimizi nasıl var ederiz ya da var olurken bize ne olur? Bu sorunun da yanıtını aramaya çalışırken işgal hareketlerini ve doğaçlama literatürünü taramaya devam edeceğiz. Türkiye’de özellikle seküler kesim kendilerinin politik bilince sahip oldukları öngörüsüyle her daim halkı uykulardan uyanmaya davet eder. Bu uyanıklık hali kendince aklı yüceltir. Uykudan uyanmak, herşeyi akılla kavramayı ve amaçlanan aydınlığa doğru hep birlikte hareket etmeyi öngörür. Ancak kaçırılan şey şudur ki bu akıl her nedense önceden belirlenmiş birtakım doğruların herkes tarafından kabul edildiği tek boyutlu bir toplumsal düzenden kendisini kurtaramaz. Zaten duyguların boşandığı ritüelistik zeminde akıl pek bir davetsiz misafir olarak kalır. Burada aklın karşısına ‘akış’ı koymak istiyorum. Toplumsal hareketin kendi yatağını bulduğu bir akış. Siyahla beyazın ancak Çarşı flamalarında net göründüğü, Türk ve Kürt’ün insan kimlikleriyle yanyana var olabildiği, LGBT bireylerin Müslümanlarla aynı sofraya kaşık salladığı, sol örgütlerin devrimin başrolünü kapmaya çalışmadan halkın kendiliğinden oluşan insiyatifine katkıda bulunduğu, sınırların gevşediği, ezberlerin bırakıldığı alandaki insanların doğayla birlikte akışı. Sanatçıların da doğaçlama sanat üretimi sürecinde egolarından ve akıllarından sıyrılarak uzamı paylaştıkları kişi ve olguların etkilerine kendilerini açtıkları akış. Bu akış karşımıza uyanışın veya aydınlanmanın getirdiği akıldan başka bir hali gerektiriyor. Bu hal Keith Johnstone’un uyku ile uyanıklık arası anı açıkladığı hypnagogic kavramıyla billurlaşır;

Yaratıcı bir sanatçı olarak tüm yetilerimi yitirdiğimi sandığım bir anda zihinsel imajlarımın peşine düştüm. Birçok insana uyku ve uyanıklığın sınırlarında görünür olan hypnagogic olanlarla başladım. Onlara yöneldim çünkü hiçbiri önceden kestirilebilen zamanlarda ortaya çıkmıyorlardı; onların spontan oluşları ilgimi çekti. Hypnagogic imajları gözlemlemek hiç kolay değildir, çünkü ne zaman ‘işte orada’ deseniz biraz uyanırsınız ve imaj kayboluverir. İmajları sözcüklere dökmeye çalışmadan onlara katılmalısınız. Bu sayede, aynen ormanda avlanan bir avcı gibi, ‘zihnimi her an uyanık tutmayı’ öğrendim. (Johnstone, Impro, 13)


Aynı uyku ile uyanıklık arası hal Taussig’in Occupy Wallstreet hareketinde Zucotti Parkta gözlemlediği halle şaşırtıcı paralellikler barındırmakta. Taussig Zucotti Park’ın direnişçi sakinlerinden Alex’in Walter Benjamin’e yazdığı mektubu Kan Ter İçinde Uyandım Amerikan Kabusundan isimli alt başlıkta şöyle aktarır;

Sevgili WB, belki de Occupy hareketi uykuyla bilinç hali arasındaki uyanmadır. Miskinliğimizden sıyrılıyoruz ama aklımız karışık, üstümüzde bir mahmurluk var. Kapitalizmin uykuda bir şekilde mantıklı gelen, ama uyanınca inanamadığımız rüya haliyle yeni oluşan bu dünyanın arasındayız.
Sevgili WB. Harika değil mi? Kodlamış tabii ki; olağanüstü hal koşullarından doğrudan bildiriyor Walter Benjamin’e. Benjamin’in kapitalizm uykusundan uyanışı, mitik güçlerin yeniden canlanışını kurduğu diyalektik imge bölgesini arıyor. İnsanlar devrimi müjdeleyen bu yarı uyku halinin sürrealizminde yüzerken devir değişiyor. (Taussig, O Kadar Kızgınım Ki Pankart Yazdım, 30)


KURALSIZ ALANIN PRENSİPLERİ-DOĞAÇLAMA VE DİRENİŞ


Dinle ve ‘Evet... Ve...’ Prensibiyle Süreci Besle:


Doğaçlama performans esnasında ne söyleyeceğimizi ya da fiziksel olarak ne yapacağımızı düşünmek yerine dikkatimizi anı paylaştığımız kişilerin ne yaptıklarına ya da ne söylediklerine odaklamamız gerekir. Eğer algıladığımıza anında olumlu reaksiyon vermeyi temel prensip olarak alırsak süreci, performans kaygısının yarattığı stresden arındırarak olumlu bir yaratıma doğru birlikte yol alma fırsatıyla doldurabiliriz. Karşılaştığımız olumsuz durumlarda bile bu prensibi koruduğumuzda ortaya herkesi şaşırtan bir süreç çıkartabiliriz. Gezi Direnişini başlatan tavrın kökeninde bunu görüyorum. Dozerlere karşı doğayı koruyan, evrensel insani duruşla bir araya gelen insanların yaptığı barışçı karşı duruşun tüm ülkeye yayılan bir protesto bilinci yaratmasının kökeninde bu yatıyordu. Yıkıcı eylemi görmezden gelmeden yaratıcı olanı ortaya koymak. Bu saf insani duruş yoldan geçen taksicilerin bile kornalarına basarak parktakileri desteklemesine yol açtı.

Gerçekleştirilmek istenen kanunsuz yıkıma karşı Taksim Dayanışmasının parkta çadırlarla nöbet tutmaya başlaması olumsuz olanı görmezden gelmeden, yapıcı ve olumlu bir karşı duruştu. Direnişe meşruiyetini veren de bu insaniden de öte doğal, yaşamsal tavırdı. Ağaç yoksa hayat da yok. Bu herkese mantıklıdan öte vicdani olanı gösterdi. Adorno’nun insanların yağından sabun yapan Auchwitz tarzı toplama kamplarını ‘aklın doruk noktası’ olarak nitelediğini düşünecek olursak sorun gerçekten de akıl değil vicdan meselesiydi.

‘Evet, Ve...’ prensibini biraz açacak olursak burada karşımıza ‘Ama’ ve ‘Ve’ sözcüklerinin büyülü ayrımı çıkar. Gezi Parkında başlayan direniş kuru ve eyleme geçirmeyen bir ‘Ama’ sızlanmasının ötesinde bir yaklaşım ortaya çıkardı. Sen bu parkı yıkmak istiyorsun ‘ama’ biz yıkmanı istemiyoruz değildi bu tavır. Sen bu parkı yıkmak istiyorsun ‘Ve’ biz bu parkı yıkmanı engellemek için buradan ayrılmıyoruz ve burayı ‘şimdi ve burada’ kamusal alan haline getiriyoruz idi asıl tavır. İsyan ve direniş genelde ‘hayır’ ya da ‘ama’ sözcüklerinin durdurucu tavrıyla anlaşılmak eğilimindedir. Oysa burada alışılmış olan sızlanma ve eylemsizliğin karşısında net tavırlarla bir parkın kamusal alan olarak yeniden inşası söz konusu. Bu inşa da alttan işleyen ‘Evet, Ve...’ prensibinin getirisi olarak somut adımların atılmasını sağladı. Çadırlar kuruldu, çaylar, börekler ceberrut polise insan olduğunu hatırlatmak için paylaşılmak istendi ancak karşıdaki ‘Ama’ tavrı ‘Hayır’ın yıkıcılığıyla ilk biber gazını sıktı, coplarla ilk kan döküldü, çadırlar yakıldı. Ardından çadırlar yine geldi, parkın kamusal meşruiyeti çoğalan insan sayısıyla daha da netleşti. ‘Evet, Ve...’ prensibi karşı karşıya kaldığımız argümanlarla hemfikir olmak değil, onların gerçekliğini görmezden gelmeden kabul etmek ve olumlu, net eylemlerle karşımızdakine süreci ortaklaştırma çağrısında bulunmaktır. Bu tavrı aslında direniş boyunca şiddet mekanizmasını dumura uğratan tüm eylemlerde okumak mümkün. Tomanın önündeki siyahlı kadın, duran adam, farklı politik görüşlere sahip insanların şiddet karşısında elele verişi, kitap okuyanlar vs.

Her ne kadar karşıdaki gitgide şiddeti arttırsa da Hannah Arendt’in altını çizdiği gibi aslında iktidarını kaybetmekte olduğunun farkında değildir. İktidar salt şiddette değil, gerçek eylemin olumlu katkısında gizlidir. Ortak hikayeyi yaratan budur. Sahneye çıkar çıkmaz karşısındaki oyuncunun yarattığı karaktere şiddet uygulayan, aşağılayan oyuncuların ucuz televizyon doğaçlamalarınının seyredende yarattığı karın ağrısı desem? Aynı karın ağrısını Başbakanın, Afrika gezisi dönüşünde ücretsiz toplu taşımayla topladığı zorlama kitleye ‘Afrika’nın örnek gençlerisiniz’ diye seslenirken hissetmek mümkün. Statik, emir komuta zinciriyle, tektip, kör inanca dönüşmüş düşünceyle demokrasinin gerçekleşemeyeceği gerçeği havaalanındaki ‘uzun’u karşılamaya gelen ücretli fanatiklerin ‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim’ diye karşılık vermesinde açıkça görülmekteydi. Daha sonra palalı, sopalı, bıçaklı sivil timler ortaya çıktı. Evlerinde tutulan ‘yüzde elli’nin kimler olduğu artık daha net bir şekilde anlaşılmış oldu.
Burada ‘Evet’ deme prensibi için doğaçlama tiyatro alanında Guru olarak kabul edilen Keith Johnstone’un efsanevi kitabı Impro’dan bir alıntı yerinde olacaktır;

Evet” demeyi tercih edenler ve “Hayır” demeyi tercih edenler vardır. “Evet” diyenler sahip oldukları serüvenlerle, “Hayır” diyenlerse kazandıkları güvenle ödüllendirilirler. Etrafımızda “Hayır” demeyi tercih edenlerin sayısı, “Evet”i tercih edenlerden çok daha fazla olmasına rağmen, bir tip diğer tip gibi davranmayı öğrenebilir. Keith Johnstone, İmpro (1981)




Sorumluluk Al ve Paylaş:


Doğaçlama performans anında süreci başlatmak veya ilerletmek için sorumluluk almaya gönüllü olmamız ve bunun sonucunda gerçekleşen statüyü ve sorumluluğu paylaşmaya açık olmamız gerekir. Hikayenin sorumluluğu sadece bizim omuzlarımızda değil, herkesin özgür katılımına açık olmalıdır. Hatta bu sorumluluk karşımızda bizi seyreden konumunda olanları dahi eylemin içine, hikayeye katkıda bulunmaya davet etmeye kadar götürür. Aslında doğaçlama performansı sadece izleyemezsiniz, her daim katılımcı olma potansiyeline sahipsinizdir. Bu prensibi Nathalie Crohn Schmitt, Spolin ve doğaçlamayı kullanan çeşitli sanatçıları ele aldığı çalışmasında şöyle ifade eder;

Doğaçlamada, oyuncular var olan karakterleri ortaya çıkarmaz ya da belirlenmiş hareketleri tekrarlamaz; aksine an be an kararlar alarak süreci devam ettirirler. Oyuncular, dünyaya son düzenini vermek yerine, anlık kişisel bakış açılarını kullanarak anları oynar... Dünya, kendimizi var ettiğimiz süreç içinde, bizimle birlikte, görünür hale gelir. (Schmitt, Actors and Onlookers, 118)

Eğer anti biber gazı ilacını yapmayı biliyorsanız ve bundan hiçkimse haberdar değilse bunu hazırlamak ve insanlarla paylaşmanız gerekir. Direniş sürecinde herkesin bildiği ve yapabildiği ölçüde katkıda bulunmasını sembol haline gelmiş Talcid Adam’da ya da evinde yaprak sarma yapıp direniş mutfağına getiren teyzelerde görmek mümkün. Cep telefonu kameralarıyla gönüllü muhabirlik yapanlar, internetten bağımsız haber paylaşanlar, gönüllü ilkyardım yapan sağlık çalışanları ya da tıp öğrencileri, polis saldırısı anında apartman kapılarını ya da evlerinin kapılarını açanlar, sokak hayvanlarına müdahalede bulunanlar gibi örnekler sıralamak mümkün. Hatta hıncahınç kitlelerin polis saldırısı anında birbirlerini ezmeden geri çekilmelerini sağlayan bu sağduyuydu. Aslında direniş boyunca alışılmış net bir lider figürünün olmaması herkesin biraz sorumluluk sahibi olmasında gizliydi. Herkesin birlikte renkli bir bütünlük içinde olmasını sağlayan şey sürecin içinde yer alan bireylerin birşeyler gerçekleştiriyor olmalarını hissetmelerini sağlayan bu eyleme haliydi. Varoluşçuların ciltlerce kitapta anlatmaya çalıştığı eyleyen insanın kendi varoluşunun farkına varmasına ve özgüveninin kendiliğinden inşa edilmesine heryerde tanık olmak için etrafa biraz bakmak yeterliydi. Barikat mı kurmak gerekiyor; yakındakilere çağrıda bulunmak ve elden ele taşınan öteberilerle özsavunma alanlarını hep birlikte yaratmak çok kısa zaman alıyordu. Park ve etrafının temizlenmesi belediyenin temizlik hizmetinden daha detaylı ve hızlı gerçekleşiyordu.



Bağlantılar Yarat ve İlham Ver:


Eğer zeka olgular arasında bağlantılar kurma yetisiyse ‘orantısız zeka’ bu bağlantıyı evrensel boyutta kurma yetisine işaret eder. Doğaçlamada beklenmedik bağlantılar kurarak hikayeyi ilgi çekici kılabilmek doğaçlama sanatçısı için en avantajlı yetilerden biridir. Bunu yapabilmek için iktidarı memnun edecek genel geçer kabul gören sonuçları amaçlamak yerine süreç içinde içinizden geleni yapmalı ve yanınızdakileri de buna teşvik eden bir tavrınız olmalı. Aslında karşımızdakini kabul etmenin önkoşulu önce kendimizi kabul etmek ve önceden hesap edilmemiş olana doğru yol alma cesaretine sahip olmamız gerek. Küfürle dolu bir tezahuratı kurabiyeyle taçlandırmak için bu elzemdir. ‘Kahrolsun Bağzı Şeyler’den, gaz maskeli semazene, ‘Çare Drogba’dan, POMA’ya, ‘Nerdesin Aşkım, Burdayım Aşkım’dan ‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz’e hep beklenmedik bağlantılara açık olmak gerekiyor. Bu açıklık Rio’daki isyancılara ‘Aşk bitti burası artık Taksim’ diyerek başlayan başka bir isyana ilham verdi. Brezilyalı grafik sanatçıları Taksim için afiş yaparken, Türkiye’den grafik sanatçıları Rio için afişler tasarladı. Bütün ülkedeki parkların işgalini ve hatta dünyanın çeşitli yerlerindeki parklardan mesajlar gönderilmesini, Güneydoğu’ya dair yıllardır süren manipulasyonun sorgulanmaya başlamasını, en korkunç önyargılarla boğuşan LGBTİ bireylerin Gezi Parkı’nın en renkli çiçekleri olarak algılanmasını hep bu bağlantı kurma ve ilham verme prensibiyle bağlantılı okumayı tercih ediyorum. Eğer kendimizi bile şaşırtabiliyorsak içimizdeki doğaçlama cevherini harekete geçirmişiz demektir. Solcuları ulusalcıları, anarşistleri, müslümanları, eşcinselleri, feministleri, her tür milletten insanı, mavi yakalıları, beyaz yakalıları, sanatçıları ve daha birçok insani rengi bir arada barındıran bir mozaik bağlantı yaratma ve ilham verme prensibi işlememiş olsa asla gerçekleşemezdi. Bunu başaramayan ya da dert etmeyenler ancak tek parça bir bedende kendini bir kıl olarak hissedebilirdi ki hissedenler oldu.


Hatalara Açık Ol ve Deneyimle


Hikayemizi hazırlık olmaksızın doğaçlama yarattığımız zaman hesap edilemeyen durumlar ‘hata’ gibi görünen uyumsuz eylemleri doğurabilir. Bunlar olmamış gibi davranamaz ve oyunu bırakamayız. Hatayı kabul edip, onu avantaja çevirmek için elimizden geleni yapmalıyız. Bütün hikayeyi baştan alamaz, sürecin ortasında hatayı tartışamayız. Süreç devam etmelidir. Belki de karşılaştığımız hatanın ‘hata’ olarak görülmesi bakışımızdaki arızadan kaynaklanıyor olabilir. Ya da hikayeyi birlikte oluşturduğumuz arkadaşlarımızın bilmediği bir hedefimiz vardır ve diğerlerinin yaptıkları bize hata gibi görünebilir. Gezi sürecinin baş aktörleri mevcut siyasi yapıların yol haritalarının dışında kalmış, apolitik olmakla suçlanan internetin ahir zaman çocuklarıydı. Herhangi bir politik tartışmanın kolaylıkla dışına itilebilecek, omuz omuza karşı durmak istediği faşizmin tam olarak ne olduğunu bilmediği zannedilen gençler sürüsü. Birçok ‘hata’ yaptılar. Belki de birçok eylemleri ve sloganları büyük hatalardan ibaretti. Ama bu hatalar o kadar çoktu ki mevcut dilin dışında bir dil yaratmalarına tanık olundu. Bir Türk’ün ‘terörist’ olarak algılanması ezberletilmiş bir Kürt’le yanyana durması, heteroların homolarla elele tutuşması birçoklarına göre hata olabilirdi. Mizahi olduğu kadar küfürlü sloganlar ve duvar yazıları mevcut politik perspektiflerin ve ahlakın karşısında hatalıydı, arızalıydı. Böyle politika yapılmazdı. Heyecan ve maruz kalınan şiddet kimi zaman karşı şiddeti doğurdu, bu da kimilerine göre hatalıydı. Ama en güzeli kimse hata yapmaktan korkmadan hata yapıyor ve hataların sonuçlarına bakarak hızla birşeyler öğreniyordu. Polisin saldırılarında hızla kaçmak eğilimi yavaş yavaş kimsenin ezilmesine meydan vermeyecek şekilde soğukkanlılıkla hareket etmeye evrildi. Cinsiyetçi duvar yazıları feministler tarafından silinmek ya da karalanmak yerine dönüştürüldü. Öfkeli eylemciler ya da birkaç kez tanık olduğum gibi aynı ceket, şapka, çanta kombinasyonunu kullanan derin kişiler tarafından yakılan otobüs, araba ıvır zıvır meydanın sahipleri gençler tarafından hızla söndürüldü.


Öğren ve Öğret


Bilgiyi kendimize saklamak bize gizli statüler kazandırır. Bilgiyi paylaşmak ve etkileşime sokmak ise iktidarı yatay zeminde buharlaştırarak statülerin hiyerarşi kurmasını engeller. Mücadelede ya da sanatta profesyonelleşmek hantallaşan yapıları doğurur. Statülerin eşitliği ise tartışmayı beraberinde getirecektir. Bilgiyi paylaştığımızda fiziki yokluğumuzda bile getirdiğimiz önerilerin biz olmadan da ilerlemesini sağlar. Hikayeyi demokratik bir şekilde ilerletebilmemiz için bilgi ve deneyim paylaşımı olmazsa olmazlardandır.


Nasıl anti biber gazı ilacı yapılır? Nasıl fidan dikilir? Nasıl çadır kurulur? Nasıl pansuman yapılır? Ucuza nasıl gaz maskesi yapılır? Nasıl işler hızla birlikte kotarılır? Bostan nasıl kurulur? Nasıl resim yapılır? Nasıl dans edilir? Yiyecek nasıl bedava olabilir? Daha birçok nasıl sorusu internete ihtiyaç duymadan ve tonla para dökmeden bilginin sahipleri tarafından parkta deneyimlerle paylaşıldı.


Korkularınla Başa Çık




Sahnedesiniz ve ne yapacağınızı söyleyen kimse yok yanınızda. Ezberlenmiş bir metin söz konusu değil. Belirsiz bir süreci arkadaşlarınızla birlikte kendi hikayenizi yaratarak ilerleyeceksiniz. Korkunun ecele faydası yok ki. Hareket etmeniz gerek. Hareket etmek için cesarete ihtiyacınız var. Bir de farkında olmadan kullandığımız birtakım kaynaklara.
‘Korku duvarı aşıldı’ sözü Gezi sürecinde çokça dile getirildi. Polis, uyguladığı şiddete bana mısın demeyen protestocular karşısında günlerce uykusuz kaldı, kaldırımlarda sersefil oldu. Pekiyi nasıl oldu da korku duvarı aşıldı ya da bu duvar aşıldığında insanlara ne oldu? Bunun yanıtını Mooli Lahad’ın stresle başa çıkma kaynaklarımızı özetleyen B.A.S.I.C-Ph analiz yöntemiyle açıklamaya çalışacağım. Marmara depremi de dahil dünyanın birçok yerinde yüksek sayıda travmaya uğramış felaketzedelerle çalışmalar yürütmüş bir terapist Mooli Lahad. Özellikle Joseph Campbell ile anılan evrensel hikaye kurgusunu altı basamağa indirdiği Altı Parçalı Hikaye Tekniğini uyguluyor Mooli Lahad. Daha sonra ortaya çıkan hikayeleri Basic-Ph yöntemiyle analiz ederek yerel terapistlere yol haritası çıkartıyor. Aynı travmaya maruz kalmış çok sayıda kurban için matematiksel değerler ortaya çıkarmaya çalışıyor. Basic-Ph’daki her harf insanın stresle başa çıkmasını sağlayan doğal kaynaklarımızın İngilizce anlamlarını gösteriyor. B, ‘belief’ yani inanç. İnsanoğlunun ‘dengeli’ bir yaşam sürebilmesi için bir ‘inanca’ ihtiyacı var. Bu inanç dini bir inanç olmak zorunda değil. İnanacak birşeylere ihtiyacımız var. A ise ‘affection’ yani duygular ve bunların dışa vurumu. Duygularınızı ketlediğinizi bir düşünün. S, ‘social’ hepimiz sosyal yaratıklarız ve kendimizi diğer insanlardan soyutlamak ancak birtakım arızaları işaret edebilir. I, ‘imagination’ yani hayalgücümüzü işaret ediyor. Hayalgücümüz olmadan ne kadar yaratıcı olabiliriz? Ya da şöyle ifade de edebiliriz; eğer sıkıştıysanız hayalgücünüzü serbest bırakmayı deneyin. C, ‘cognition’ yani biliş, bilgiyle olan ilişkimiz. Bilgiye ihtiyacımız var, öğrenmeye açık olmak ve yeni bilgilere kapalı olmamak bizi her daim tazeleyen bir özellik. Ph ise ‘physical’ kelimesiyle fiziksel yanımızı ifade ediyor. Harekette bereket var. Bir bedenimiz var ve onu kullanmamız gerekiyor. İnanç, duygu, sosyal, hayalgücü, bilgi ve fiziksel kaynaklar stres ve travma dolu dünyada ayakta kalmamızı sağlıyor. Travmaya maruz kaldığımızda ise bu kaynaklar ya ketleniyor ya da tavan yapıyor.

Kabaca daha ‘iyi’ bir dünya inancı, özgürlüğe olan inanç, birşeylerin daha farklı olabileceğine dair inanç olmadan gaz fişeklerine, tomalara karşı çıplak elle yürümek pek mümkün olmazdı herhalde. Öte yandan tüm eylem sürecini esrik bir karnaval boyutuna taşıyan ve ezber bozan en önemli yanlardan biri de heryerde sezilen yoğun duygusallıktı. Ölen çocukları, kesilen ağaçları, yıkılan umutları sahiplenmek için duyguya ihtiyacımız var. Milyonlarca insanın farklı şehirlerde meydanları tutmasından daha büyük bir sosyallik olabilir mi? Daha ne kadar masada memleketi kurtarabilirdik ki? Gezi Ruhunun gezindiği heryerde büyük bir hayalgücünden bahsetmek artık sıradan birşey. Sanatla, paylaşımla, yaşam deneyimiyle ortaya çıkan zihinleri dumura uğratan bir hayalgücü. Bütün Gezi süreci birçok insana birçok şey öğretti, tartışıldı, okundu, yazıldı, çizildi. Hepsinden önemlisi belki de bütün bunların fiziksel olarak sokakta, meydanda var olmakla gerçekleşmiş olmasıydı.

Şimdiki tıkanıklıklarımızı anlamak için toplumsal olarak bu kaynakları ne kadar işletebildiğimize bakmak önümüzdeki süreç için faydalı olabilir. O kaos içinde bu kaynakları verimli kullanabilirken, şimdi kendimize ne yapıyoruz da elimiz kolumuz bağlı hissediyoruz?


SON NİYETİNE

Demokrasi dediğimizde farklı fikirlerin tartışılabildiği bir ortamı algılayışımız nedense hep farklılıklarımızın ne olduğu üzerine kafa yorup tavır alma ezberimizi harekete geçiriyor. Pekiyi bu ezberi bozarak sistemden rahatsızlıklarımız ekseninde ortak olduğumuz noktalara neden bakamıyoruz? Ayrıldığımız noktaları netleştirerek sol cephede neden dar alanlara sıkıştırıyoruz kendimizi? Vazgeçemediğimiz şey ne? Gelecek algılarımızın farklılığı mı bizi ayrıştırıyor yoksa geçmişin ezberleri mi? Bütün tabiatı hatta evreni kapsayacak bir biz algısına ulaşmamızı engelleyen nedir? Madem hepimiz doğayı, insanları bu kadar seviyoruz neden hala öldürülen bazı çocukların ölümlerini 'ama' sözcüğünün lanetli referansıyla yorumluyoruz? Neyi neden yaptığımızı sormanın vakti gelmedi mi?

Gezi süreci herkes için benzersiz bir deneyim oldu. Bu benzersizliğin en önemli yanı yanyana olabileceğimize dair umudu yükseltmesiydi. Bundan sonra gelişecek her siyasi hareket bu deneyimi hesaba katarak tarihi değerlendirmek zorunda. Gezi Parkının üzerinde gezen romantik hayaletin rüzgarını yüzümüzde hissedebilmek için yeni bir park deneyimi beklemek zorunda olmayabiliriz. Yukarıda doğaçlama prensipleriyle çaprazlayarak anlatmaya çalıştığımız prensiplerin ışığında yapılacak çalışmalar diyalog yaratmak kaygısını taşıyan hareketler için yol gösterici olabilir. Artık büyük hikayelerin yaratımı biz bireylerin tavırlarını değiştirdikleri anda gerçekleşme imkanını buluyor. Çokuluslu şirketlerin verimlilik arttırımı için kullandıkları bu yöntemler neden daha renkli bir sol yaratmak için kullanılmasın? Dans edemediğimiz devrimin gerçekliğine inanmıyorsak, neden dans etmeyi denemeyelim? Birlikte kahkaha atarak en devrimci yolla birbirimizi tanımak ve yanyana olabilmek mümkün. Bir çocuk kadar ezbersiz olabildiğimiz zaman yürümeyi öğreneceğiz.



KORAY TARHAN-2014





KAYNAKÇA

Argın, Şükrü. Gezi'nin Ufkunda:Liberal Demokrasinin Krizi, Kamusallık ve Sol.İstanbul:Agora Kitaplığı, 2014


Frost, Anthony and Yarrow, Ralph. Improvisation In Drama-2nd Edition. New York: Palgrave, 2007

Spolin, Viola. Improvisation For the Theater. Illinois: Northwestern University Press, 1999

Schmitt, Natalie Crohn. Actors And Onlookers. Illinois: Northwestern University Press, 1990

Johnstone, Keith. Impro. New York: Methuen Drama, 1996

W.J.T. Mitchell, Taussig Michael, E.Harcourt, Bernard. İşgal Et. İstanbul:Kolektif Kitap, 2013